Cumartesi , 5 Ekim 2024
Son Dakika Haberler
Başkan; ”Cehalet karanlığını yırtıp atacağız” dedi.

Başkan; ”Cehalet karanlığını yırtıp atacağız” dedi.

Diyanet Akademisi Başkanlığı Birinci Dönem Aday Din Görevlileri mezuniyeti vesilesiyle, güzel bir atmosferde, böyle anlamlı bir program münasebetiyle gönüllerimizi kavuşturan rabbimize hamd ediyorum. Diyanet İşleri Başkanımıza ve Diyanet yönetimine de bu güzel buluşma için ayrıca teşekkür ediyorum. Bugün

Müezzin, kayyım, imam hatip, kuran kursu öğreticisi ve vaiz olarak görev yapacaklar için 6 ay ile 3 yıl arasında meslek öncesi eğitim mecburiyeti getirildi. 1976 yılından beri hizmet içi eğitim şartlarında 3 yıla kadar devam eden ihtisas ve kıraat eğitimleri, müstakil ve yasal bir çerçeveye oturuldu. Diyanet İşleri Başkanlığımızın merkez ve taşra teşkilatlarında yapılan her tür ve düzeydeki eğitimleri tek çatı altında topladık. Böylece verilen din hizmetlerinin niteliğini daha da artıracağız. Diyanet mensuplarımızın mesleki donanımını tahkim edecek, sadece kendi insanımıza değil, yurt dışında yaşayan vatandaşlarımıza ve kardeş halklara da çok daha iyi hizmet götürülmesini sağlayacak, Diyanetimizin kurumsal, beşeri ve ilmi kapasitesini her alanda ileriye taşıyacak kritik bir kurumu başkanlığımızın hizmetine sunmuş olduk.

Biz de önce Başbakan ardından da Cumhurbaşkanı sıfatıyla ilk günden itibaren akademi ile ilgili tüm safahatı bizzat yakından takip ettik. Hamdolsun bugün de akademimizin ilk dönem kursiyerlerinin mezuniyetini görmenin bahtiyarlığı içerisindeyiz. Diyanet Akademisi Başkanlığı uhdesindeki 8 aylık eğitim süreçlerini başlarıyla tamamlayan 4537 aday din görevlimizi tebrik ediyorum.

Akademide Kur’an-ı Kerim, tefsir, hadis, fıkıh gibi temel İslami ilimlerin yanı sıra dini musiki ve Kur’an kursu öğreticilik formasyonu dersleriyle kendilerini teçhiz eden kardeşlerimi gönülden tebrik ediyorum. Mezunlarımızın 3120’si imam hatip, 250’si müezzin kayyım, 1167’si ise Kur’an kursu öğreticisi olarak görev yapacak. Bu kardeşlerimizin de görevlerine başlamasıyla birlikte Diyanet camiamız inşallah daha da güçlenecek.

Mezunlarımızın her birine atanacakları yeni görev yerlerinde şimdiden rabbimden başarılar niyaz ediyorum. Mevla işlerini kolaylaştırsın, vazifelerini bereketli kılsın, ecirlerini ziyade eylesin. Aynı şekilde aday din görevlilerimizi en güzel şekilde yetiştiren saygıdeğer hocalarımıza da şahsım, milletim adına teşekkür ediyorum. Sizlerin şahsında yurt içinde ve yurt dışında özveriyle görev yapan bütün Diyanet mensuplarımıza, din görevlilerimize vazifelerinde kolaylıklar diliyorum.

Biz, asırlar boyunca İlay-ı Kelimetullah’ın sancaktarlığını yapma şerefine nail olmuş bir milletin mensuplarıyız. Atalarımız, İslam’ı sadece kendi hayatlarına tatbik etmekle kalmamışlar, aynı zamanda yeni fetihlerle yayılmasına da hizmet etmişlerdir.

Kur’an ve Sünnet’e sıkı sıkıya sarılan, İslam’da adeta kendini bulan ecdat; “Allah Allah” nidalarıyla huzuru, adaleti, emniyeti, güveni, barışı ve kardeşliği üç kıta, yedi iklime kadar ulaştırmıştır. Zaman zaman hadisle alay eden, hadisi küçüçmseyen bazı kendini bilmezleri hep görüyoruz, duyuyoruz ama biliyorum ki sizler bunlara zaten gereken dersi verecek ve hepimiz Kur’an’a, hadise sıkı sıkıya sarılmak suretiyle bugüne kadar İslam nasıl güçlü şekilde gelmişse bundan sonra da güçlü şekilde kıyamete dek gidecektir.

Yaklaşık bin yıldır Türkler İslam’ı, İslam da Türkleri muhafaza etmiş; Türkler İslam’ın, İslam da Türklerin kılıcı olmuştur. Tarih kitaplarına şöyle bir göz attığınızda karşınıza çıkacak hakikat şudur: Türk demek, aynı zamanda Müslüman demektir.

Üstat Necip Fazıl, bu gerçeği, çarpıcı bir dille bakınız nasıl ifade ediyor:

“İçi alev alev Müslüman, dışı pırıl pırıl Türk ve içi dışına hâkim, dışı içine köle… Yeni Türk neslinin maya çanağı olmak ehliyeti hangi topluluktaysa ben oradayım. Allah’ın inâyeti ve resulünün ruhaniyeti bu yoldakilerin üzerinde olsun!.”

Dolayısıyla İslam’ı Türk’ten, Türk’ü de Din-i Mübin-i İslam’dan koparan, ayrıştıran, arasına sahte duvarlar ören anlayışın bu topraklarla hiçbir illiyeti yoktur. Son dönemde Türkiye karşıtı kimi çevreler tarafından aynı amaca hizmet eden çift kulvarlı bir kampanya yürütüldüğünü görüyoruz. Bunlardan ilki, lümpen faşistlerin gündeme getirmeye çalıştığı “İslamsız Türklük” tanımlarıdır.

Milletimizin İslam’a ve Kur’an’a hizmetle geçen 1300 yıllık şanlı tarihi, bu şekilde yok sayılmaya çalışılıyor. Böylece milletimizi ayakta tutan, milletimize asli kimliğini kazandıran tarihi, kültürel ve beşeri değerleri tahrip edilmek isteniyor. Çok açık ve net söylüyorum. İslam’ın gaza ruhunu taşımayan bir Türklük tanımı ve projesi, aslında Türk milletini müzeye kaldırma, folklorik bir öge haline getirme teşebbüsüdür. Burada gaye milletin mayasını bozmak, dışarıdan sarsamadıkları kaleyi içeriden çökertmek, mümkünse teslim almaktır.

Kampanyanın ikinci kulvarında ise farklı maskeler altında sahnelenen “şeriat” düşmanlığı vardır. İslam’ın hayata dair kurallarının bütününü temsil eden şeriata düşmanlık, esasında dininin bizatihi kendisine husumettir. İnanıp-inanmamak, yaşayıp-yaşamamak elbette bir tercih meselesidir; ama dinin emirlerine dil uzatmak başka bir konudur. Dahası her iki tartışmanın da “Kelime-i Tevhitten” habersiz, “Elifi görse mertek zanneden” cahil-cühela kesimlerce köpürtülmesidir.

Düşünebiliyor musunuz? Bu ülkenin hukuku savunmakla görevli olan kimi baroları çıkıyor, Kelimeyi Tevhit lafzının yazılı olduğu bayraktan rahatsız oluyor, hatta son derece edepsiz ifadelerle suç duyurusunda bulunabiliyor. Bu ülkenin kendini sanatçı diye tanımlayan kimi şahsiyetleri, inancını dosdoğru yaşamaktan başka gayesi olmayan milyonlarca vatandaşımızı gerici-yobaz-mürteci diyerek tahkir edebiliyor.

Bu ülkenin en büyük siyasi partisinin genel başkanı, çocuklara din eğitimi verilmesine “orta çağ zihniyeti” deme gafleti gösterebiliyor. Milletimizin evlatlarına mukaddes kitabını, peygamberini, inanç değerlerini öğretmesi karşısında bunları adeta hafakanlar basıyor. Bu tür menfi örnekleri daha uzatmak mümkündür. O kadar vaktimiz yok.

Yaşadığımız her hadisede şu acı verici duruma daha fazla şahit oluyoruz. Maalesef, ülkemizde özellikle tek parti dönemiyle başlayan, daha sonra vesayet dönemlerinde artan “kimliksizleştirme” politikaları, bu toprakların nasıl vatan kılındığını bilmeyen, milletimizi millet yapan hasletlere bigâne olan, Türkiye’ye dair hiçbir tasavvuru, hiçbir emeli, hiçbir endişesi olmayan zihni ve kalbi sömürgeleştirilmiş bir güruh ortaya çıkarmıştır.

Bu güruhun ayırıcı vasfı, cehaletinden kaynaklanan kibridir, nobranlığıdır, kendi insanına karşı hiçbir had-hudut tanımamasıdır. Bunlar bir kez olsun içinde yaşadığı toplumu; tarihi, inancı, kültürü ve kutsallarıyla anlamaya hiç uğraşmadılar. Bunun yerine Anadolu insanına başkalarının penceresinden bakarak aşağılamayı tercih ettiler.

Hatta çoğu zaman özendikleri ve özendirildikleri batı kadar bile, kendi insanını tanıma gayreti göstermediler. Millete ait tüm kadim değerleri “gerilik emaresi” olarak gördüler. Giydiği kılık-kıyafetine göre insanımızı ayırdılar, ötekileştirdiler. Modernliği ve ilerlemeyi bir gardırobun iki kapağı arasına hapsettiler. Önyargılarını kırmaya cesaret edemedikleri gibi; aynı havayı, toprağı, çevreyi paylaştıkları toplum kesimleriyle fikri, sosyal ve kültürel birliktelik geliştirmediler. Cehaletin konforunu, bilginin zahmetine tercih ettiler. Atalarımız, “insan bilmediğinin düşmanıdır” demişlerdir. Bunlar da bilmedikleri, dahası anlamaya tenezzül dahi etmedikleri insanlara, değerlere ve sembollere karşı kör bir husumet beslediler.

Türkiye’de, sayıları az da olsa kimi çevrelerde “şeriata” yönelik sergilenen pervasızlıkların temelinde cehalet ve bilgisizlik hastalığı vardır. Ülkemizde, en azından bir kesimin, içinde bulunduğu cehalet karanlığında giderek daha fazla boğulduğunu görmekten üzüntü duyuyoruz. İnşallah el ele verip, sizlerin de samimi çabalarıyla milli bünyemize tehdit teşkil eden bu cehalet karanlığını yırtıp atacağımıza inanıyorum.

Burada, eminim sizlerin çok yakinen aşina olduğu bir kıssayı paylaşmakta fayda görüyorum. “İmam-ı Azam Ebû Hanîfe hazretleri bir gün yolda yürürken bir çocuğun çamura düştüğünü görür. İmam-ı Azam Hazretleri ona “bundan sonra düşmemek için daha dikkatli ol” der. Bunun üzerine çocuk, “Ey Müslümanların imâmı! Benim düşmem çok mühim bir iş değildir. Tekrar ayağa kalkmam da kolaydır. Hem ben düştüğüm zaman yalnız başıma düşmüş olurum. Ancak senin düşmenle bütün âlem düşmüş olur. Senin tekrar ayağa kalkman da gerçekten zor olur.” cevabını verir. Zihnin dinamik halini görüyor musunuz? İşte ben karşımdaki hocalarımdan bunu bekliyorum. İnşallah erkeğiyle, kızıyla yeni nesli bu şekilde siz yetiştireceksiniz.

Evet, bizim medeniyet müktesebatımızda âlimler ve hocalar, Peygamber Efendimizin varisleri olarak görülür, öyle kıymet verilir. Dinin anlaşılması, anlatılması ve yaşanması hususunda Mevla, öncelikle hademe-i hayrat olan siz hocalarımızı, âlimlerimizi mükellef tutmuştur.

Hikmet ışığı 14 asrı aşıp ilk günkü parlaklığıyla bugüne ulaşan İslam medeniyetinin bugünkü mirasçıları, unutmayın, sizlersiniz. İslam’ın hakikatlerinin egemen olması, ancak sizlerin gayretleriyle gerçekleşecektir. Irkçılık, asabiye, mezhepçilik, tefrika, cehalet gibi sosyal marazları ortadan kaldırmak, ancak sizlerin emekleriyle mümkün olacaktır.

Hepimiz şu gerçeğin gayet iyi farkındayız. Din görevlilerimizin kendilerini camilerle ve Kur’an Kurslarıyla sınırlamaları asla düşünülemez. İmam-hatiplik veya müezzinlik sadece namaz vakitlerinde icra edilen bir vazife değildir; İslam tarihi boyunca da hiçbir zaman böyle olmamıştır. İmam demek, aynı zamanda içinde yaşadığı halkın önderi ve parmakla gösterilen örnek şahsiyeti demektir.

Toplumu irşat vazifesi başta olmak üzere tebliğ, tebyin ve temsil görevinizi hakkıyla yerine getirmek her birinizin asli sorumluluğunuzdur. Buradaki her bir kardeşim çok iyi biliyor ki; hayat boşluk kabul etmez. Sizin bıraktığınız her boşluk ya sosyal medya şarlatanları, ya FETÖ vari terör örgütleri, ya 5’inci kol elemanları, ya zehir tacirleri, ya marjinal yapılar, ya küresel güçlerin teşvikiyle yaygınlaşan sapkın akımlar, ya da emperyalistlerin içimizdeki aparatları tarafından mutlaka doldurulacaktır.

Yakın tarihimizde bunun pek çok örneğine bizzat şahitlik ettik. Ülkemizin en parlak evlatlarını teröre, şiddete, cehalete ve batı özentisi müstevlilerin senaryolarına kurban verdik. İstikbalimizin teminatı olan nice gencimizin hayatının uyuşturucu, kumar, fuhuş ve alkol batağında karardığını gördük. Kalem tutması gereken gençlerimizin ellerine silah tutuşturdular. Kimi zaman kandırdıkları, kimi zaman zorla dağa kaçırdıkları gençleri, kendi insanına, kendi ülkesine düşman ettiler. Yaklaşık 40 yıldır milletimizin başına musallat olan PKK belasının, geri planında ihmal edilmişlik, geri kalmışlık ve cehalet vardır. DEAŞ’lı canilerin istismar alanı dinimizin mukaddes kavramlarıdır. Çağımızın haşhaşileri FETÖ’cüler, dini kavramların arkasına saklanarak yıllarca insan devşirmişlerdir. 15 Temmuz, hoca kılıklı bir sahtekârın, ülkemize ne kadar büyük bir zarar verebileceğinin en son örneğidir. Böyle bir facianın tekrar yaşanmasına müsaade edemeyiz. Tek bir evladımızın dahi ihanet şebekeleri ve terör örgütlerinin avucuna düşmesine rıza gösteremeyiz.

Ayrıca Bakınız

Eğer Türkiye’yi

Eğer Türkiye’yi

İbrahim Karagül Irak’ın kuzeyinden çıkaramazlarsa,Suriye’nin kuzeyinden çıkaramazlarsa,Libya’dan uzaklaştıramazlarsa,Rusya ile açık bir savaşa sürükleyemezlerse,Bir kez daha …

DERGİDEKİ DİĞER YAZILAR



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir