Bizim bir öğretmenimiz vardı, bizim gibi çiftçi bir ailenin çocuğu idi. Yaz tatillerini ve okul dışı zamanlarını ailesinin tarla işlerinde onlara yardımcı olarak geçirirdi. Zaman zaman anlatırdı: “Babası fabrikada çalışan arkadaşlarıma çok imrenirdim, üstleri başları tertemizdi ve tatillerde sabahtan akşama kadar gezerlerdi.” Biz kendisini okula başlamadan tanımıştık. Evinin avlusunda küçük kümes hayvanları yetiştirirdi.
Zaman zaman evinin önünden geçtiğimizde tavuklarına bakardık. Bize seslenirdi: “Çocuklar maşallah deyin.” Biz o yaşlarda maşallahın ne olduğunu da bilmezdik. Yine zaman zaman evinin avlusunda dut ağaçlarının altına masalar kurar, okulunun öğretmenlerini yemeğe alırdı. “Ne kadar zengin adam, bu kadar öğretmeni nasıl yediriyor.” derdik. Gönlünün cebinden zengin olduğunu sonradan biz de gördük. O yıllarda kolay kolay hiçbir öğrencinin ikinci bir çorabı, ikinci bir gömleği olmazdı.
Çamaşır ipinden yarı kurumuş gömlekler alınır, giyilir ve okula öyle gidilirdi. İhtiyaç sahibi öğrencilere çorap mı almadı, gömlek mi almadı, ayakkabı mı almadı. Ayakkabıya ve temizliğine çok önem verirdi. “Dost başa, düşman ayağa bakar.” Sözünü de ilk defa ondan duymuştuk. Yollar toprak olduğu için yağışlı havalarda hep çamur olurduk, o çamurlu ayakkabılarla okula girmemizi istemezdi, sırf ayakkabılarımızı yıkayalım diye bir ortam bile hazırlamıştı.
Okul yıllarında bazı arkadaşlarımız birbirlerini şikâyet edince kızardı, bundan hiç hoşlanmazdı. Arkadaş kardeş gibidir, insan kardeşini şikâyet eder mi derdi. Vatanı, milleti, bayrağı, mukaddesatı sevmeyi önemserdi. Seccadesi odasındaydı. Zaman zaman onu odasında namaz kılarken de görürdük. Cuma namazlarına katılmamızı teşvik ederdi. Yalanı hiç sevmez, yalan söyleyen öğrenciye kendisine nasıl bir kötülük yaptığını anlatır, bu huylarından vazgeçmesini sağlardı.
Yıllar sonraydı, onun eski talebelerinden biriyle tanışmıştım. Hocamızı hayır dualarıyla andı. Hayırdır, nerden tanıyorsun dedim. Başlattı anlatmaya: “Fakir ve köylü bir ailenin çocuğu idim. Babam şehrin en büyük okuluna, İmam Hatip Lisesi’ne yazdırmıştı. Lise’ye kadar geldik. Hiç alakam olmayan bir olaydan dolayı okuldan atıldım. Müdüre yalvardım, yakardım, derdimi anlatamadım. Kaydımı alıp o hocamın olduğu okula gittim.
Beni hoş geldin diye karşıladı. Hâlbuki biz bazı hocalarımızdan hakaretten başka bir şey duymamıştık. Oturttu, anlattı, nasihat etti, sahip çıktı. İmam Hatip’ten geldiğim için namaz kıldığımı biliyordu. Kendi odasında, kendi seccadesini serdi ve benim namaz kılmamı sağladı. Yemek yedirdi desem az olur, aç karnımı doyurdu. Zaman zaman cebime harçlık koyuyordu. Onun iyiliğini hiç unutamam, onun teşvikleriyle okudum ve öğretmen oldum. Ne zaman o günleri ansam hocamı hayır dualarla anıyorum.”
Bunlar bir talebesinin onun ardından anlattıklarıydı. Oysa bizim yaşadıklarımız vardı. Okuyalım diye az mı uğraştı. “Köyde, iş bitmez, tarla işi hiç bitmez. Bu sağlığı ve gençliği her zaman bulamazsınız, okuyun kendinizi kurtarın, ailenize de, kendinize de, vatanınıza da, milletinize de faydanız olsun.” derdi.
1980’li yıllarda sağ-sol kavgalarının curcuna olduğu günlerde kimsenin siyasetiyle ilgilenmedi. “Öğrenci öğrencidir, kendisinin, ailesinin siyasi düşüncesi beni ilgilendirmez.” derdi. Hakikat o ki, kimsenin siyasetiyle ilgilenmedi. Her düşünceye sahip insanlarla oturur, konuşurdu; fakat siyaset konuşmaz, konuşulmasını istemezdi. Memleketi, gençleri ve geleceklerini konuşmayı severdi. Tecrübelerini anlatırdı.
Cami cemaatinden de hiç kopmazdı. Namaz çıkışlarında onlarla cami avlusunda muhabbetleşmeyi çok severdi. Üniversite yıllarında bir arkadaşını Cuma namazına götürebilmek için çok uğraştığını anlatmıştı. İkna ettiği günlerde Selâtin camilerinden birine Cuma namazına götürmüş. Caminin iç kısmına girip, bir safa oturmuşlar. Arkadaşı kısa kolluklu bir gömlek giymiş, yanındaki yaşlı amca bunu azarlamış ve ‘utanmıyor musun, kısa kolla namaz mı olurmuş’ demiş.
Boş ver, takılma, o yaşlı, tamam amca, bir daha böyle gelmem de dediysem de onu camide tutamadım ve namazı kılmadan gitti. Din böyle anlatılmazdı, anlatılmamalıydı, sevdirmek lazım derdi. Yıllar sonraki okumalarımızda ne kadar da haklı olduğunu anladık. Tebliğ dilinin böyle olmaması gerektiğini de ilk defa ondan öğrenmiştik. Bu yönünü hep örnek aldık; çünkü o, önce insan derdi.
Şehirdeki okullardan çeşitli sebeplerle atılan, okullarından ilişiği kesilen öğrenciler soluğu bizim okulda alırdı. Bunları okula alıyor diye de bazı öğretmenler tarafından çok eleştirilirdi, kendisine çok kızarlardı. O bunlara hiç aldırmazdı. Şehir çocuklarının en azgınlarını bile güzel üslupla yola getirmesini bilirdi. “Biz kazanmazsak sokak kazanacak, kahvehaneler kazanacak, onların kazandığı bizim için kayıptır.” der ve o çocuklara yazık olacağını düşünürdü.
Kılık kıyafete çok önem verirdi. Kot pantolonu sevmezdi, delikanlı adama yakışmaz derdi. Evinin önünde bahçede çalışırken bile ütülü pantolon giyerdi. Ben hep kravatlarına hayrandım, bağlama şeklini çok severdim, kravat bağladığımız yıllarda onun bağlama şeklini örnek alırdım. Öğrencilerin rol model alma yaşlarında olduğu için giyime ve temizliği oldukça önem verirdi. Ah hocam ah. Şimdiki öğretmenlerin kıyafetlerini görseydiniz “bunlar öğretmen mi, yoksa soytarı mı?” derdiniz.
Biz yine sizden öğrendiklerimizi uygulamaya devam edeceğiz. Yaptığımız işi ve öğrencilerimizi seveceğiz. Seni Rabbimize uğurladığımız gün sağcısından solcusuna, her düşünceden binlerce öğrenciniz öyle bir helallik verdiler ki, merkez camiinin avlusu o yükseklikte “Helal olsun, helal olsun, helal olsun” seslerine şahit olmamıştı. Rabbim rahmet eylesin, rahmetiyle muamele eylesin, mekânın cennet olsun benim Tuğrul Çetin hocam.
Ömer Naci Yılmaz