Paralel Devlet Yapılanması tartışmalarını ve yapıp ettiklerini hep birlikte izledik, gözledik, şahit olduk. Halen de izlemeye devam ediyoruz. Vay be diyenlerimiz olduğu gibi, hiç şaşırmayanlarımız da oldu. Öyle şeyler gördük ki “yok canım o kadar da değil, bunları da yapmazlar” diyebileceğimiz her ne varsa hepsini yaptılar, ettiler. Utanmadan, sıkılmadan biz ne yaptık ki demeye getiriyorlar. Devletin tüm birimlerinin en ince kılcal damarlarına varıncaya kadar sızdılar, sonra da hakkımızı aldık diyorlar. Soru çalarak hak almak bunlara göre demek ki mubahtır.
Devletin tüm birimlerine girmek, görev almak ve çalışmak bütün vatandaşlar için yasal bir haktır. Önemli olan, buralarda görev alanların görevlerini kötüye kullanmamaları ve kimseye zarar vermemeleridir. Herkesin fevc fevc bu hareketin içine sazan gibi daldığı günlerde (sazan gibi dalanların en az yüzde doksan beşi ortasından, kıyısından köşesinden bir çıkar ve yarar sağlamak için dalıyor, yardım edenlerin yüzde doksan dokuzu daha büyük bir sazan yakalamak için yardım ediyordu. O zaman da başta Fetöcülerin olmak üzere Nurcuların, Hak Yolcuların, Işıkçıların, Süleymancıların, vd. din anlayışlarının yanlış olduğunu, Kur’an ve Peygamber yerine liderlerini ve kitaplarını önceleyen bir din anlayışına sahip olduklarını söylüyor ve eleştiriyorduk. Ama çıkarcılığı ve cemaatçiliği din edinmiş bu topluluklar ve yandaşları bizleri şuculuk buculukla suçluyor, ellerinden gelse aforoz ediyordu ve hala da etmektedir. Bunlara dikkat çekerken, Müslüman düşmanı olmakla suçlanıyorduk. Bazıları ise senin Fethullah Hoca ile bir sorunun var diyebiliyordu. Hangi tarikatın, hangi cemaatin lideriyle işim olacak ki Fethullah Gülen ile işim olsun. Üniversite yıllarında öğrenciler yemeli içmeli bedava ağlama seanslarına taşınırken bile hiç oralı olmamıştık. Bunların sinsiliğini bildiğimiz için açık açık şu ifadeyi kullandığımıza yakın çevremizdeki dostlarımız şahittir. “İki şeye hamd ederim: Bir Müslüman olduğuma, ikincisi ise Nurcu olmadığıma.” Nurcu olmak Müslüman olmanın önüne geçtiği günlerde bu cümleyi kuruyordum. Üniversite yıllarından beri bu anlayış içerisinde olduk. Müslüman olmak ve buna hamd etmek bize yetiyordu.
Paralel Devlet Yapılanması ile mücadele etmek devletin görevi ve devlet zaten görevini yapar. Zannediliyordu ki Paralel Devlet Yapılanması sadece Milli Eğitim Bakanlığı’nda, Adliye’de ve Polis Teşkilatı’nda etkili oluyor. Bu iki alan toplumun gözü önündeydi ve olup bitenler az çok hissediliyordu. Asıl gözden kaçan alan ise Üniversiteler olmuştu. Cemaat referanslı herkese hak, adalet, liyakat gözetilmeksizin makam ve unvanlar peşkeş çekilebiliyordu. Çünkü hepsi sağmal inek gibi parasal olarak sağılıyor ve eleman/militan kazanmak için kullanılıyordu. En genç profesörler, doçentler, bölüm başkanları, enstitü müdürleri, dekanlar, rektörler bunların içinden çıkıyordu. Hak, hukuk, adalet, insaf ve liyakat hak getire. Bizim olsun, bizden olsun ne olursa olsun mantığı ile her tarafı pıtrak gibi sarmışlardı. Bunlarda hak, hukuk, adalet, insaf ve liyakat gibi erdemler olsaydı onlarca insan hak ettikleri unvanları mahkeme kapılarında arar mıydı? Profesörlüğünü mahkeme kararıyla elde eden onlarca akademisyenin varlığı ise ortadadır. Cemaate diz çökünce, eşiğini yalayınca gelsin unvanlar, gitsin makamlar. Yaptığınız her işi, yediğiniz her herzeyi bilen ve hesabını soracak olan bir Rabb’imiz var.
İşin bir başka boyutu ise, Paralel Devlet Yapılanması’nın da temsil ettiği Paralel Din Yapılanmasıdır. İstikbalimiz ve ahiretimiz için asıl tehlikeli olan budur. Acıdır ki Peygamberimizden sonra din istismarı şeklinde ortaya çıkan bu yapı tarih boyunca bütün İslam devletlerince de desteklenmiştir. Emevilerden Abbasilere, Selçukludan Osmanlıya ve Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar bu böyledir. Kur’an’ın getirdiği dinden meşruiyet devşiremeyenler, Paralel Dinden medet umar olmuşlardır. Adı geçen devletlerin tamamı bu yapıları desteklemiştir. Ülkemizde ise özellikle 12 Eylül Darbesi’nden sonra bu anlayış ivme kazanmıştır. Bazı anlayışlar ise devletin resmi ideolojisi haline gelmiştir.
Paralel Din algısının sirayet ettiği kurumlardan biri de Yök’tür. Üniversiteler özgürlüğün ve özgün düşüncenin üretildiği, geliştirildiği ve korunduğu yerler olması gerekirken tam aksine bir tutum sergilemektedir. Paralel Din algısına aykırı olan her düşünce ve sahibi üniversitelerde kendilerine yer bulamamakta veya hak ettikleri ünvanlar ve makamlar kendilerine verilmemektedir. İftiralar ve yalanlar bu atamalarda çok zaman etkin kriter olmuş durumdadır. Son olarak Samsun Ondokuzmayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı için ikinci kez birinci sırada aday gösterilen Prof. Dr. Mehmet Okuyan’ın atanmamış olması Yök’ün tavrını ortaya koyması açısından önemlidir. Mehmet Hoca’yı atamamanın gerekçesi ne olabilir? Deneyimsiz mi, tecrübesiz mi, mesleki ve akademik kariyeri mi yetersiz, idari bilgisi mi eksik? Gerekçenin bunlar olmadığını herkes biliyor, en iyi ise Yök biliyor. Mehmet Hoca’nın tarikatı olsaydı, cemaati olsaydı, meşrebi, mezhebi olsaydı, tasavvuf dinine iman etseydi, etliye sütlüye karışmasaydı, Kur’an demeseydi durum elbette farklı olurdu. Fakat Mehmet Hoca Kur’an’ın kendisine verdiği özgüvenle ve Allah’ın kendisine bahşettiği akıl nimeti sayesinde bütün bunlardan arınmış bir vaziyette sadece Allah’a ve O’nun yüce kitabına teslim olduğu için Yök tarafından ikinci kez veto edilmiş oldu.
Hiç önemli değil; Rabbim kulluğundan ve rızasından veto etmesin. Siz şimdi onu dekan yapmayınca ne olacak? Mehmet Hoca Paralel Dine mi girecek, tarikatların, cemaatlerin eşiğini mi yalayacak, onların önderlerinin önünde diz mi çökecek? Ben ettim, siz etmeyin mi diyecek? Avucunuzu yalarsınız, o tüm benliği ile Allah’a teslim olmuş bir Kur’an talebesidir. Rehberi Kur’an’dır, önderi sevgili Peygamberimizdir.
Mesele Mehmet Hoca’nın dekan olmasından ziyade Yök’ün zihniyeti açısından çok önemlidir. Siz Mehmet Okuyan’ı dekan yapsaydınız o hangi söylemini terk edecekti, yapmadınız diye hangi düşüncesinden vazgeçecek? Siz bu beklentilerinizi Kur’an talebelerinden değil; ancak onun bunun talebelerinden karşılayabilirsiniz.
Niğde’de Savaş Ören hocamız sünneti ve kaderi Allah’ın ve resulünün muradına uygun anlattığı için hakkında soruşturma açmak da ne demek oluyor. Ne yani sizin belirlediğiniz sınırlara göre mi iman edeceğiz ve inanacağız. Firavun’un İsrailoğulları’nın neye inanacağına karar verme yetkisini kendisinde görmesi gibi bir durumla karşı karşıyayız.
Siz şu veya bu makama atamıyorsunuz diye, kınama cezaları veriyorsunuz diye biz imandan yüz mü çevirelim, sizin inandığınız gibi mi inanalım. Haydi başka kapıya.
Ömer Naci YILMAZ