HAK ŞAİRi MAHTUM KULU FİRÂKÎ
Yıllardan 1733… Yer İran’ın Gülistan Eyaleti… Türkmensahra’da bulunan Etrak deryası boylarında doğar. Hacıgovşan köyünün ileri gelenlerinden olan babası, islami usullere göre çocuğunun adını koymak için ezanı bebeğin kulağına okur ve üç kere adın; ”Mahtum Kulu, Mahtum Kulu, Mahtum Kulu…” der.
Çocuk büyür, geçimini sağlamak için bir ustanın yanında işe koyulur. Çıraklıktan başlar ustalığa kadar yükselir. Gümüşü şiir gibi o kadaro kadar güzel dokur ki kimse eserlerine bakmaya kıyamaz. Gümüşü dokur gibi kulakların hiç duymadığı şeyleri söyen, kalemlerin yazamayacağı şeyleri yazan, kafiyeler dokur, redifler oluşturur. Felsefesini Yesevi’den, sözlerini Fuzulî, Nesimî, Nizamî ve AişŞir Nevaî’den alır… Hayat pınarını Kâbil’den başlayıp Afganistan’ın dört yanını gezerek, Hindistan’ı ziyaret ederek, Özbekistan’ın manevi suyunu içerek ruh dünyasını doldurur… Ama hiçbir zaman dur durak bilmez. Yaşına bakmadan, gönlündeki ilahi aşk ateşi söndürmeden seslenir kendi kendine; şiirlerinde mahlas olarak, ”Firaki” ismini de kullanır.
“Mahtumkulu elli yaşın,
Gamdır, kaygıdır sırdaşın,
Gafil olma, kaldır başın,
İhtiyarlık bahanedir.”
Her hak şairinde olduğu gibi, onun da bozuk düzenedir isyanı. Türkmenleri her fırsatta birliğe, beraberliğe davet eder. “Bölünürsek yok oluruz, bölüşürsek tok oluruz” felsefesini benimser. Vatan, onun için çok değerlidir. Toprağın her karışında Müslümanların, İslam için kanını döken iman sahibi yaratılmışların hakkı olduğunu hatırlatır, durur. Döneminde yapılan haksızlıkları korkmadan zalimlerin yüzüne haykırır. Adeta kendisinden sonra geleceklere örnek olur sözleri… “Bu kadarı yetmez!” der ve Türkmen halkının durumunu, asırlar sonra bile onu okuyacaklara şu şekilde özetler:
“Kethüdalar doğru konuşmaz,
Rüşvet alır hakkı aramaz,
Yalancı şahit dava çözmez,
Ahir zaman bilmem, yakın mı.”
Ahir zamanın gelmesinden bahseder ama, her insanın küçük kıyametinin kendi ölümüyle kopacağını bilir… Ölümün bir son değil, inancımız gereği yeni bir hayatın başlangıcıdır. Bu dünya ve öte dünya tasavvuru ile engin bir anlayışın sahidir… Bir dörtlüğünde şöyle söyler:
“Gönül der ki, hiç ölmesen,
Mezarda yalnız kalmasan,
Eğene doğru olmasan,
İman senden kaçar gider.”
Ahmet Yesevi’nin öğrencisidir. Sanki kaleminden Fuzulî, Ali Şir Nevaî, Nesimî ve Nizamî dökülür. Tasavvufi bir derinliği vardır. Halk ona “Haktan İçen Şair” der. Çünkü bir gece yarısı uyurken rüyasında dört atlı tarafından Hz. Muhammed, dört halife ve yüz yirmi dört bin evliya ile tanıştırıldığına inanılır. Şaire bade ( ilahi aşk ) nasip olur. Böylece birçok sırra (bilgi) da vâkıf olur:
“Bir gecenin yarısında,
Dört atlı gelip kalk dedi,
Haber veririz biz sana
Bu erleri sen gör dedi.
***
Selim, Baba söyler merde,
Bardağı tut düş bu derde,
Allah korkusu her yerde,
Yere göğe bak gör dedi.”
1797 yılında göçer bu dünyadan… Bir müslüman olarak rabbine göç etti. Ölen bedendir, ruhu değil. O, bu dünyada diri iken ölenlerden olmayı seçmişti. İnsani vasıflardan geçip kamillik rüştüne erdi. İslami bir anlayış ve düşüncenin zirvelerine eren şair, benlik tepelerini aşarak kendi tabii (İnsani) sınırını kendi düşünce dünyasının kalemiyle çizen bir mutasavvıf oldu. Artık o varlık içinde yokluğu, yokluk içinde varlığı yaşayan bir Hak eri olarak topluma mal oldu.
Yiğitlik faslını kışa yetirdim,
Kamillik kiştini derya batırdım.
Büyük fikre kaldım aklım yitirdim,
Diri iken, ölü olup kalmışım.
Türk Edebiyet tarihinde Anadolunun Yunus Emresi gibi, Türkmenistanın da bir Mahdum kulu’ su vardır. Kısaca tanıtmaya çalıştığımız edebiyatımızın bu büyük şahsiyeti mert, cesur, sözünü çekinmeden her ortamda söyleyebilen Türk- İslam Coğrafyasını sütunlarından birisi olan bir hak aşığıdır. Bizi bizden başka kimsenin anlayamayacağı bu günlerde Mahtum Kulu gibi şairlerimizin yol göstericiliği ve çizgisine şiddetle ihtiyaçımız var. Onlar devamlı yolumuzu aydınlatan, ufkumuzda parlayıp duracak çoban yıldızı gibi milletimizin başı üstünde bir meşale gibi yanıp duracaktır.
“Girer toprağa bir gün başın,
Unutur akraban‐kardaşın,
Namazın, orucun yoldaşın,
Bir de dilindeki duadır.