3.Bölüm
– Din Kavramı
Şirk veya İslâm’ın niteliklerini belirleme açısından, bu dinin şeriatiyle itikadı arasında hiç bir fark yoktur. Hatta bu anlamda şeriat, itikattan bir parçadır. Daha kısa ifadesiyle şeriat, itikat demektir. Çünkü şeriat, itikadın pratikteki tercümesidir. Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’de böylece tecelli etmiştir.
Gerçek şu ki, “din kavramı”, bu dinden olan kimselerin gönlünden uzaklaşmış bulunmaktadır. Düzenli olarak gerçekleşen bu kopuş, çirkin ve barbarca pek çok yöntemin kullanıldığı uzun çağların ürünüdür. Bugün “hakimiyet” sorunu – bırak bu dine hiç bir değer vermeyen sapıtmış düşmanları – bizzat İslâm’ı savunan kimseler tarafından bile itikattan ayırdedilmiştir. Akideden ayrı bir şey olarak düşünülmektedir. Hakimiyete, akideye duydukları ölçüde ilgi duymayan bu insanlar, hakimiyeti tanımamayı, dinden çıkış saymamaktadırlar. Oysaki bir itikat veya ibadeti tanımayan kimseleri din dışı sayanlar da aynı kimselerdir.
Gerçekte bu din; itikat, ibadet ve şeriati birbirinden ayırmayı reddetmektedir. Eğitilmiş odakların çağlar boyu süren çalışmaları sonunda “hakimiyet” sorunu, ne olduğu belirsiz bir biçime girmiştir. Bu dinin en yaman savunucuları bilinen kimselerin bile kabullendikleri bir biçime… Oysa ki bu sorun, Kur’an’ın pek çok ayetiyle üzerinde durduğu sorundur…
Bir putpereste hiç bir sakınca görmeden “müşrik” diyenler, tağutun hükmüne başvuran kimseye “müşrik” diye hüküm vermekten sakınca duyuyorlarsa Kur’an okumuyorlar ve bu dinin özelliğini bilmiyorlar, demektir, öyleyse bu kimseler Kur’an’ın tümünü okusun ve “Onlara uydunuz mu, muhakkak ki müşriklersiniz” (6 Enam/121)ayetini enine boyuna düşünsünler.
İslâm’ı savunan bazı gayretkeşler farkında olmadan bu dine eziyet veriyorlar aslında. Bundan da öte, bu türden anlamsız çabalarıyla İslâm’a büyük bir zarar veriyorlar. Çünkü insanların kalbinde artakalan inanç enerjisini boşa harcayan bu kimseler, bu cahili şartlara zımnen de olsa şahidlik ediyorlar.
Yani “bu cahili şartlarda da din vardır” diye bir şahidlik…Sanki bazı terslikleri gidermekten başka, dinî bir eksik yokmuş gibi… Oysa ki, bu cahili toplumda din, temelinden hayat dışı bırakılmıştır. Çünkü hakimiyetin – kullara değil – sadece Allah’a ait olduğu toplumsal düzen ve şartlarda yaşamayan din, temelinden kaldırılmış demektir.Bu dinin varlığı, Allah’ın hakimiyetinin varlığı demektir. Bu temel bulunmadı mı din de var olmaz. Günümüzde bu dinin yeryüzündeki problemi, Allah’ın ilâhlığına göz dikip egemenliğini gasbettikten sonra kendi kendine yasama hakkını tanıyan; mal, evlad ve canlar hakkında mubahlar ve yasaklar koyan tağutların varlığıdır.Kur’an’ın tanım, açıklama ve etkileme yönleriyle bunca üzerinde durduğu, ilahlık ve kulluk sorununa bağladığı, iman veya küfre, cahiliyye veya İslâm’a dayanak ve ölçü kıldığı asıl problem işte budur.İslâm’ın içine girdiği “varoluş” savaşı, sadece dinsizliğe karşı açılan bir savaş değildir. Öyleyse maksat, gayretkeş kimselerin mücadelesini verdiği mücerred bir dindarlık meselesi değildir. Ayrıca bu dinin savaşı, toplumsal veya ahlaki fesada karşı yapılan bir savaş da değildir. Çünkü bunlar, varoluş savaşının geri planlardaki parçalarıdır.İslâm’ın varoluş için sürdürdüğü asıl savaş, hakimiyet savaşıdır. Kimin hakim olacağı savaşıdır.
Bu dinin Mekke’deyken sürdürdüğü savaş buydu. Nizam ve kanunları koymakla ilgilenmeden sadece akideyi inşa etme savaşıydı bu. Akidenin gönüllerde kök salması savaşıydı bu. Çünkü şu hususun gönüllerde iyice yer etmesi gerekiyordu. Hakimiyet, bir tek Allah’a mahsustur. Hiç bir müslüman bunu kendisine iddia edemez. Hiç bir müslüman bu iddiada bulunanlara izin veremez. Bu inancın Medine’deki pratik uygulamasına, Mekke’deki bir avuç müslümanın gönlünde kök salmasından sonra geçilebilmiştir.Öyleyse bu dini savunan kimseler, gerçek din kavramını anladıktan sonra hem üzerinde bulundukları konumu, hem de bu konumun ne olması gerektiğini anlamak zorundadırlar. Din kavramı, öylesine bir karmaşaya girmiş ki, müslümanlardan pek çok kimse dinden çıktıklarını fark bile edememektedir:
“…Bu, onları helaka uğratmak ve dinlerini karmakarışık bir hale getirmek içindi.” (6 En’am/137)
Evet, bu dinden kopuş da böyle gerçekleşmiştir. Din, karmakarışık ve belirsiz bir hale girmiştir. Çünkü insanların belirgin ve net bir dini düşüncesi kalmamıştır.Halk kitlelerini ezici baskısı altında tutan bu belirsiz ve kapalı düşüncelerden doğan toplumsal gelenek; klasik cahiliyenin tanıdığı biçimleri bile geri plana itmiştir. Bu toplumsal geleneği, bugünkü modern cahiliyede en açık yönleriyle izleyebiliyoruz.İnsanların hayatını, tüm kaçış yollarını tıkamak suretiyle amansız bir zora koşan şu adet ve geleneklerden söz ediyoruz.
İnsanları kendisine esir eden, zaman zaman güç yetirilmez mali harcamalara sokan, yaşam ve vakitlerini tüketen, en son da ahlak ve hayatlarını bozan merasim ve giysiler; her şeye rağmen boyun eğilen birer gelenek haline gelmişlerdir. Sabah, öğlen sonrası ve akşam giysileri ayrı ayrıdır. Kısacık, daracık ve gülünç bir sürü giysi… Alçaltıcı incelik türünden çeşit çeşit süs, güzellik ve saç tarayış biçimleri… Kimdir bunları imal eden? Kimdir tüm bunların perde gerisindekiler?…Modaevleri, üretim şirketleri, sermaye kurumları ve banka sermayedarlarından başkası mı? Bu sanayi kollarına mal verip insanların emeğini sömüren faizcilerden başkası mı? Tüm insanlığı kendilerine kukla etmeyi planlayan yahudilerdir, her şeyi perde gerisinden yöneten…
Sonra bu alanlarda “toplumsal örf (moda)” adıyla boyutlarını çizip icat ettikleri teori ve kültürel anlayışlarla halkı baskı altında tutan yahudiler, silahlı güç ve asker kullanmaya bile gerek görmüyorlar. İktidar mekanizması ve toplumsal şartları etkilemeyen teorilerin yetersiz kalacağını bildikleri içindir ki moda anlayışını harekete geçiriyorlar. Doğrusu şeytanların; insan ve cin şeytanlarının işidir bu… Görünüş ve şekil açısından farklı; ama kökü, kaynağı ve temel dayanakları açısından eski cahiliyyeye tıpa tıp benzeyen bir cahiliye…
Biz, hiç kuşkusuz Kur’an’ın değerini bilmiyoruz. Kur’an okuduğumuz zaman sadece geçmişte kalan cahiliyyelerden sözettiğini sanıyoruz. Ama gerçekte o, tüm hayat çağlarında bulunabilen cahiliyeleri anlatmaktadır. Bozulmaya yüz tutmuş pratik hayatı, Allah’ın dosdoğru yoluna koyma gereğini dile getirmektedir. Çağımız modern cahiliyesindeki tağutların büyük kesimi, -komünistlerin yaptığı gibi övüne övüne- Allah’ın varlığını reddedip dini de kökünden inkar etmemektedirler. Bunu yapamadıkları için de bir takım düzenbazca ve hileli yöntemlere başvuruyorlar. Koydukları kanunların İslâmi bir temele dayandığını iddia edip bu dine saygı (!) duyduklarını söylüyorlar. Gerçekte bu, dinsiz komünistlerin yönteminden çok daha iğrenç ve çok daha bayağı bir taktiktir. Çünkü gönüllerin derinliklerinden henüz çıkmamış -İslâm dışı olsa bile- belirsiz dinî duyguları bile uyuşturuyor bu tağutlar.
Bununla beraber İslâm, karmaşık ve belirsiz dini duygular değil, apaçık, pratik ve gerçekçi bir nizamdır. İnsanın fıtratında var olan din güdüsünü, İslâm’dan kopuk cahili kalıplara dökmek, düzenbazlığın en bayağısı ve yöntemlerin en çirkinidir. Tüm bunlar olup biterken İslâm’ı savunan kimseler de geliyor, dinimizin gerçekleri yanında anmaya değer bir özelliği bulunmayan ufak tefek kötülüklerin reddinde güçlerini harcıyorlar. Üstelik Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘nın hem egemenlik, hem de ilahlığını gasbeden müşrik cahiliyye şartlarını hiç bir değişikliğe uğratmadan bunu yapıyorlar. Müşrik cahiliyye hayatına İslâm damgasını vurmalarının nedeni, işte bu aptalca gayretleridir.
“Şu ufak tefek aykırılıklarına rağmen dini bir temele dayandığına” dair cahiliyye sistemine zımmen de olsa tehlikeli bir şahidlik yapmak da bu gayretin sonucudur. Bu konuyu hiç ihmal etmeden düşünmek zorundayız. Çünkü İslâm’ı, temel kavramlarından uzaklaştırmaya yönelik şeytani çabalar, maalesef meyvelerini vermiştir. Bir itikadî konu olmaktan çıkarılan hakimiyet meselesi, düşünce planında bile akideden ayrılmıştır. Hakimiyetten ve hakimiyetin İslâm inancındaki yerinden hiç söz etmeyen bazı gayretkeş (sözde) müslümanların, alamet türü bir ibadeti anlatırken, ahlâkî bir çöküşü kınarken veya aykırı bir yasayı eleştirirken görüyorsak, nedeni budur. Kıyıda köşede kalmış münkerleri reddeden bu kimseler, en büyük münker olan tevhid dışı hayatı; yani hakimiyyet hakkını tamamen Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘ya vermeyen bir düzeni red etmiyorlarsa bu yüzdendir. Oysa ki Allah (Subhanehu ve Tealâ), her tavsiyeden önce kendisine hiç bir şeyin ortak koşulmamasını insanlara emretmiştir. Çünkü temel ilke budur.
Sağduyusuyla bireyi; her zaman başvurabileceği ölçü ve insan hayatına hükmeden değişmez değer yargısıyla cemaati, Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘ya bağlayan temel ilkedir bu. Bu temel kurulmadıkça şehvet ve arzu rüzgarları esmeye devam edecektir. Şehvet ve arzulara göre seyreden beşeri kanaatlar devam edecektir. Bundan dolayı müslümanın İslâm dışı her inanca karşı takınacağı ilk tavır; ilk andan itibaren red ve ayrılış olmalıdır. Hakimiyet hakkını Allah’a ait kılmayan kanun, sosyal düzen ve yönetimleri kabullenip İslâmla aralarında küçük-büyük bir benzerlik veya aykırılık aramadan önce ilk andan itibaren red ve uzaklaşma tavrını takınmak zorundadır.Bilinmelidir ki, beşerden kanun alıp ona itaat eden herkes, aynı zamanda ona tapınmış/ibadet etmiş de demektir. Bu, Hz. Peygamber’in yahudi ve hristiyanlar hakkındaki; “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu İsa’yı rabler edindiler.” (9 Tevbe/31)ayetine getirdiği tefsirdir.Henüz hristiyan olup da müslüman olmaya gelen Adiy bin Hatem bunu işitince; “Ey Allah’ın Resulü! Hristiyanlar onlara tapınmıyorlar/ibadet etmiyorlar ki” dedi. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)şöyle dedi: “Hayır, tapınıyorlar/ibadet ediyorlar. Çünkü onlar, kendilerine haramı helal, helali de haram kılan (rahiplerine) uyuyorlar. İşte bu da onlara tapınmalarıdır/ibadet etmeleridir.”[1]
Devam edecek..
[1]Tirmizi, 5/278.