Cumartesi , 27 Nisan 2024
Son Dakika Haberler

BAKIR’DAN ALTIN’A

 

Bir boşluğa düşmek… İnanın ya da inanmayın, kendinizi bir uzay aracına koysanız ve bunu son gücüyle ateşleseniz, karşınıza dünyanın nazar boncuğu Ay çıksa ve Ay’ı da kilometrelerce geçseniz, o esnada uzay aracından çıkıp bir boşluğa girmeniz, benim içimdeki boşluğu dolduramayacak ebatlarda olurdu, bundan yıllar önce…

Lafı uzatmanın pek bir anlamını görmüyorum. Çünkü yaşadığım zihinsel evrimi sizlere anlatmayı afilli laflara ve süslü cümlelere bırakmak anlatacaklarımın değerini düşürecektir.

Kısaca şöyle söylemek gerekirse, yıllar önce çok ama çok kötü bir olay yaşadığımı sanmıştım. O olayın etkisiyle, her şey hem vardı hem de yoktu benim için. Dünya hem küçüktü hem de büyük; mesafeler hem kısaydı hem de uzun…

Mesela dünya bir yerden bir yere gitmek için büyüktü benim için ancak aynı kişilerle karşılaşacak kadar da küçük sayılırdı. Veya mesafelerden bahsedecek olursak dibindeki, yanı başındaki insanla bir o kadar yakın, ancak kalpleriniz ve fikirleriniz çok daha uzaktı…

Tahmin ettiğiniz gibi, yalnız bırakılmıştım dünya denen pazarın ortasında. Bir çocuk gibiydim, annemi arıyordum insan kalabalığının arasında.

Hissiyatım aynen böyleydi. Yalnızlık… Çaresizce yalnızlık…

Bunalım veya depresyon, ne derseniz deyin işte tam olarak söylenen o şeylerin içindeydim. Evden dışarı çıkmıyor, sürekli televizyon veya bilgisayarla ilgileniyor, gerekmedikçe aşk ile ilgili türküler, şarkılar dinlemiyor, kitaplar okumuyordum… Çünkü yara taze olunca kabuk bağlaması zor olurdu ve ben daha fazla kanamak istemiyordum…

Böyle günlerimde ev arkadaşım Suphi, bir adam getirmişti eve. Bu adam bizim sokağımızda yaşayan, hayatını dışarlarda sürdüren, geçimini çöp toplayarak sağlayan Sokrates amcaydı. İsminin Sokrates olması bizim kendi aramızda söylediğimiz bir isimden çok, bütün mahallelinin onu böyle çağırmasıydı ve kimse Sokrates amcanın gerçek ismini bilmiyordu.

Sokrates’in muhabbeti çok iyi derdi gençler, ancak mahalleli ona deli damgasını basmıştı çoktan. Genellikle anneler çocuklarını o adamla korkutur, mahalleli yanına pek yaklaşmazdı. Gerçi ben de yüz vermezdim fazla ama bazen gönlümden kopar, ona birkaç lira para verir, o gün için karnının doymasını sağlardım…

“Bu deliyi eve neden getirdin ki?” diye söylenmiştim ilk başta Suphi’ye.

“Bir dinle bu adamı. Sana anlatacakları var.” demişti o da bana.

Gülüp geçmiştim. Suphi çay demlemeye gitmişti. Sokrates, eski ama saygınlığını yitirmemiş tek kişilik koltuğa kurulmuştu…

Bir deliyle konuşmak nasıl olurdu? Bunu daha önce düşünmemiştim. Bunu denemeye karar vermiştim, hiç olmazsa sohbet ederdik Sokrates’le…

“Nasılsın, Sokrat?” dedim.

“İyiyim.” dedi. “Günde dört mevsimi yaşayacak kadar iyiyim.”

Şaşırmıştım. Böyle bir cevap beklemiyordum doğrusu…

“Nasıl yani?” dedim.

“Sokaklarda dört mevsim yaşanıyor her gün. Sabah kış, öğle yaz, akşam ilkbahar, gece sonbahar… Allah aşkına, hiç çıkmıyor musun dışarıya?” dedi.

Afalladım… Evet, çıkmıyordum bu aralar ama böyle bir cevap geleceğini hiç bilemezdim Sokrat’tan…

“Sen nasılsın?” dedi bana.

“Yalnızım…” dedim.

“Değilsin.” dedi.

“Nasıl oluyor o iş?” dedim.

“Allah, yalnızdır.” dedi ve devam etti. “Kul yalnız olamaz. Çünkü Allah’ı olmayan bir kul yoktur.” dedi.

“Anlamıyorsun…” dedim ve içeriye elinde çaylarla gelen Suphi’yi süzdüm.

“Çayları buraya bırakıyorum beyler, sınavım var benim.” deyip ayrıldı Suphi.

“Anlamıyorum zaten!” diye bağırdı Sokrat. “Nasıl yalnız hissedersin kendini? Çay getiren, sana en azından bir çay kadar değer veren bir arkadaşa sahipsin.” dedi.

“Aşk…” dedim ve boğazım düğümlendi.

“En son ne zaman anneni aradın?” dedi bana. Konuşamadığımı görünce, “Bak, insanın fıtratında iki aşk vardır. Birisi maddi aşk, diğeri manevi. Sen bir maddeye aşık olmuşsan bu kişi annen olmalıdır. Sadece o seni sever, o sana değer verir. Ancak aşkı manevi boyutta yaşayacaksan Allah’ı sev. O’na ibadet et. Bütün övgüler O’nadır…”

Gözlerimden yaşlar bir yağmur gibi dökülmeye başlamıştı. Elini omzuma koydu Sokrat ve şöyle dedi:

“Bazıları anne aşkından mahrum doğar. Kimileri evlatlarına yeterince değer vermediği için onu bu aşktan mahrum bırakır. Kimilerinin ise doğuştan annesi olmaz. Ancak Allah’ı olmayan bir kul tanıyor musun?”

“Allah’ı seviyorum.” dedim.

“Elbette seviyorsun. Sevmesen kalbin bu kadar temiz olmazdı. Allah, kendisini kirli bir kalbe koyar mı?” dedi.

Sustum… Bu adamı daha önce tanımadığıma o kadar üzülüyordum ki. Her sözü, beynimdeki bakırları altına çeviriyordu.

“Bazı kullar kibirlidir.” dedi ve devam etti. “Yaratılan varlıklar, sanki dünyayı kendi yaratmış gibi diğer yaratılan varlıkları affetmeme gafletine kapılırlar. Bu, kibirdir. Ancak yeri ve göğü, uzayı ve zamanı yaratan Allah, bağışlayandır. O, kibri sevmez!”

Susuyordum, sadece Sokrat’ı dinliyordum…

“Aşk diyorsun… Aşk eğer bir insan olsaydı, aynen şöyle ağlardı: Kimse benim kadar çok sevemeyecek! Çünkü aşkı anlamıyoruz, anlamlandıramıyoruz…”

O konuştukça ben dinliyordum, gözyaşlarım diniyordu…

 

Selam ve dua ile…

Ayhan Dönmez *

Tüm Yazıları →
Ayhan Dönmez

Ayrıca Bakınız

BİR KATİL NASIL DOĞAR (BÖLÜM 2)

BÖLÜM 2 “TEHLİKELİ OYUNLAR, PAHALI OYUNCAKLAR” Saat 21:07’yi gösteriyordu. Çocuk, babasının yanına yaklaşarak: “Babacım, telefonunla …

DERGİDEKİ DİĞER YAZILAR



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir