Cumartesi , 27 Nisan 2024
Son Dakika Haberler

HOŞÇA KAL!

 

Sevgili ailem,

Biliyorum, “Yine ne çılgınlıklar peşindesin?” diyeceksiniz bu mektubu okurken… Ancak bunu bilin ki bu sefer çocukluğumda yaptığım haşarılıkları tekrar etmeyeceğim. Evden ayrılıyorum diye mektup yazıp beni iki sokak ötedeki kahvehanede bulmayacaksınız. O yüzden, hayatımda bir kere de olsa ciddi bir iş yapmak için kolları sıvıyorum…

Anneciğim… Anlatacağım olayın senin hatırında kaldığından emin olduğum için, bu mektubun senin üzerinde çok daha tesirli olacağını düşünüyorum. O yüzden eğer duygulanırsan, mektubu okuyan kişiye söyle de okumayı bıraksın. Çünkü üzülmek, sana iyi gelmiyor. Hemen bazı hastalıkların meydana çıkıyor. Sonra üzüldüğünü ben hissedeceğim ve ben daha çok üzüleceğim… Lütfen bu kötülüğü ne kendine, ne de bana yap!

Üzülmek derken, insan hayatında en çok neye üzülür ki? Çaresi bulunamayan hastalığa mı, dünyada yaşanan açlığa ve susuzluğa mı, yoksa etrafını çepeçevre saran ölüm yalnızlığına mı? Evet, bunlar üzülmek için çok önemli nedenler.

Ancak ben, sebep olduğum bir olayı içimde o kadar büyüttüm ki, yıllardır bunun mücadelesini veriyorum kendimle. Her ne kadar vicdanımı rahatlatmaya çalışsam da olmadı… Kime anlatmaya kalkışsam insanlığımdan utandım…

Yıllar önce bana “Neden uzaktaki üniversiteyi tercih ediyorsun? Burada üniversite yok mu?” diye sorduğunda “Puanım buraya yetiyor.” demiştim.

Tabi ki yalandı… Bunun sebebi, yaptığım kelebek etkisinin o yıllarda bana çıkardığı acı faturaydı.

Tatil günlerinde arkadaşlarım ailelerine ve arkadaşlarına kavuşacakları için mutluluktan uçarken ben hep bir vicdan azabı içerisinde gelirdim memleketime…  Çok kısa bir süre yanınızda kalıp hemen üniversiteme geri dönerdim. Zamanla fark ettim ki artık üniversite evim, memleketim ise vicdanımın aldığı dersleri acı bir şekilde veren okul olmuştu….

Pekala… Konuyu daha fazla uzatıp kimseyi sıkmak istemiyorum. Trenin hareket etmesine bir saatten az kaldı. Bavulumu topladım ve şimdi yardım etmeye çalışacağım insanların yanına gideceğim.

Anneciğim… Hatırlarsın, yıllar önceki kiracımız Aliye Hanım’ı… Hani kızı Sevda ile birlikte yaşıyorlardı, eşi öldükten sonra rahmetli babamın vasiyetiyle onlara her ay para yardımında bulunuyorduk. Hatta kira bile almıyorduk. Ancak bir olay sonucu yanımızdan ayrılmak zorunda kalmışlardı. Daha doğrusu onları evden kovmuştuk…  Aslında onlarla o kadar samimiydik ki sanki Sevda benim kardeşim olmuş, Aliye Hanım da sanki ikinci annem durumuna gelmişti. Neredeyse birbirimizin evinden hiç çıkmıyorduk.

Ta ki o güne kadar…

Evimizde bir para kasası bulunuyordu hatırlıyor musun? Hani, bu kötü olay yaşanmadan önce sizin odanızdaki tablonun arkasında bulunan devasa çelik kasa… Açılması neredeyse imkansız olan kasadan, her hafta eksilen paralar vardı ancak bunun farkına varmanız biraz geç olmuştu…

“Paraları kim alıyor? Neden eksik bunlar?”, dediğinizde ben çocuk aklımla Sevda’nın aldığını söylemiştim. Sonra olay çok farklı bir hal almış, birbirimize hakaret eder derecesine ulaşmıştı. Sahi, kaybolan paranın miktarı ne kadardı? Hatırladığım kadarıyla bir duvar saati bile alınamayacak kadar cûzi bir miktardı. Ancak senin Sevda’yı hırsızlıkla suçlaman, onların evden kovulmasına neden olmuştu…

Biliyor musun? O paraları alan bendim. Senin bana verdiğin paralar, müptelası olduğum sigaralara yetmemiş olacaktı ki ben de gizli gizli aşırıyordum kasadan. “Neden bana bahsetmedin?” diye sorduğunu duyar gibiyim. Ağabeyim sigara içtiğinde onu eve almadığın günleri çok iyi hatırlıyorum. Başımızda baba olmadığı için hem analık hem babalık yapmıştın, ancak ağabeyimin bu durumu beni çok korkutmuştu. Ben de paraları alıp, suçu Sevda’ya yüklemiştim…

Sen onları evden kovduktan bir ay sonrasıydı sanırım. Hala onların evden kovulma şokunu üzerimden atamamış, çektiğim vicdan azabı ile ruh gibi bir adam olmuştum. İşte, yine öyle hissettiğim anda karşıma Sevda’nın annesi Aliye Hanım çıktı. “Parayı alan sendin, değil mi?” diye sordu sakince… Ben de kafamı önüme eğdim hiçbir şey söyleyemeyerek. “Ben alışığım evsiz, biçare, parasız kalmaya…”dedi. Bir süre durakladıktan sonra “Ancak, evlatsız kalmaya hala alışamadım…” dedi gözlerinden yaşlar dökerek…

“Ne diyorsunuz?” dedim, başımdan aşağıya kaynar sular boşalmış gibiydi…

“Sevda, sizin evden ayrıldıktan sonra açlığa alışamadı… Çocuk bedeni fazla dayanamadı bu yüke. Hasta oldu, en nihayetinde hakkı rahmetine kavuştu…”

Kadın önümde tir tir titriyordu ağlamaktan. Ben ise ne yapacağımı bilemeyerek koşmaya başladım. Muhteşem bir vicdan azabı kaplamıştı içimi. Ancak bu olayı kimseye anlatamadım. Her gün yüzüme sahte bir tebessüm takınmaktan sıkılmıştım. İşte, o yüzden üniversiteyi uzakta okudum ve yine o yüzden şimdi sizi bırakıp gidiyorum…

Nereye, diye soracak olursanız… Açlığın hüküm sürdüğü her yerde ben olacağım. Belki bir gün yine gelirim, ama hangi yüzle geleceğimi bilmiyorum. Vicdanım, bu macerada ne derece rahatlayacak, bilmiyorum… Pişmanlığımla pişen vicdanım, ne kadar soğuyacak onu da bilmiyorum…

Selametle…

Kendinize iyi bakın…

Ayhan Dönmez *

Tüm Yazıları →
Ayhan Dönmez

Ayrıca Bakınız

BİR KATİL NASIL DOĞAR (BÖLÜM 2)

BÖLÜM 2 “TEHLİKELİ OYUNLAR, PAHALI OYUNCAKLAR” Saat 21:07’yi gösteriyordu. Çocuk, babasının yanına yaklaşarak: “Babacım, telefonunla …

DERGİDEKİ DİĞER YAZILAR



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir