Cumartesi , 27 Nisan 2024
Son Dakika Haberler

OSMANLI’YA SÖVMEYEN BİR SİZ KALMIŞTINIZ

Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel’den bizzat dinlediğim bir hikâye vardı. Kısaca paylaşmak isterim. Anlatılır ki; Osmanlı zamanında, işlerin pek de iyi gitmediği bir dönemde, yeni bir sadrazam göreve getirilir.Devlet saltanat ile yönetildiğinden, Padişah değişmeyeceğine göre, ikinci adam olan sadrazam (vezir-i azam) tüm sorumluluğu üstlenmektedir.Bu yüzden en küçük bir olumsuzlukta hemen sadrazam diyeti öder. İşte bu türden bir değişiklik yapılmaktadır. Yeni sadrazam oldukça hırslı, idealist ve biraz da çokbilmiş birisidir.Devir teslim yapılır. Eski sadrazam görevi devreder. Ancak yeni ve genç sadrazama bakar, yıllar önceki halini hatırlar.Bir kaç yıl önce, O da tıpkı bu genç sadrazam gibiydi.Devrik sadrazam önceden hazırladığı 3 tane mektubu yeni sadrazama verir. Bir, iki, üç numaralı mektuplar.Ve şöyle der: “Başın sıkıştığında bir numaralı mektubu aç bak.”Yeni sadrazam nezaketen bir şey demez, mektupları alır ve bir kenara atar. İşe başlar. Aradan bir zaman geçer.Dedik ya; işlerin iyi gitmediği dönemlerdir.Dolayısıyla yeni sadrazamın da bir faydası olmaz.Bizimki yavaş yavaş sıkışmaya başlar. Sağa vurur, sola vurur. Sonunda aklına eski sadrazam ve mektuplar gelir.Dediği gibi, bir numaralı mektubu açar ve okur.Şöyle denmektedir: “Yapacağın yapamayacağın bir sürü vaadde bulun, sıkışırsan ikinci mektubu aç bak.”Bizimki başlar atıp tutmaya.Bir zaman durumu idare eder. Herkes “hele durun galiba bir şeyler yapacak” diye susar ve beklerler.Ancak dedik ya; işlerin iyi gitmediği dönemdir diye. Yeniden itirazlar başlar “Artık ne yapacaksan yap hep vaad hep vaad.” denilmeye başlanır.Bizimki hemen iki numaralı mektubu hatırlar.Açar bakar. Şöyle denmektedir: “Kendinden öncekileri karala benim suçum yok de ve sıkışırsan üçüncü mektuba bak.”Başlar geçmiştekilere sataşmaya.“Benim bir suçum yok, ben geldiğimde şöyleydi böyleydi.” diye.Bir zaman durumu idare eder. Herkes susar, bir süre ses çıkmaz. Bu taktik de uzun sürmez. “Artık yeter, anladık senin suçun yok, ancak seni getirdik çözüm bulasın.” diye itirazlar başlar.Yeni sadrazam bu defa gerçekten çok sıkışır.Aklına üçüncü mektup gelir. Başka da çare kalmamıştır. Açar bakar. Şöyle denilmektedir:“Sen de benim gibi üç tane mektup hazırla.”

Bir zamanlar bir cümle insanımızın dilinden düşmez olmuştu. “Ağzı olan konuşuyor.” Şimdilerde ise bu deyim yerini “Ağzı olan sövüyor.” cümlesine bıraktı. Osmanlıya sövmek doksan yıllık bir devlet politikasıydı. Osmanlı’ya sövmeyi devlet bıraktı, belli bir kesim devam etti. Zaman zaman hızını alamayan Sayın Kılıçdaroğlu kaptırmaya devam ediyor. Son zamanlarda bu koroya bizim mahalleni aymazları da katıldı. “Koskoca Osmanlı bir meal bile yazmamış, bir Yunanca, bir Latince meal bile yazmamış vs. vs.” Yıllardır Pierre Loti’de çay içip Osmanlıya sövenler hep kanıma dokunmuştur. Ceylan derili fırıldak koltuklarda oturup yazanların Osmanlı’ya sövmeleri de hep kanıma dokunmuştur. Vay efendim Koskoca Osmanlı niye bir meal yazmamış? Niye falanca dile çevirmemiş vs. vs. Onlar mealleri yüreklerine yazmış, hayata aktarmış ve yaşamışlardır. Onlar konuşan meal olmaktansa yaşayan meal olmayı tercih etmişlerdir. Onlara bakmasını bilenler, onlarda Kur’an-ı okuyorlardı. Onlar yazdıkları eserlerin kapağına isimlerini yazmaktan bile utanmışlardır. Şimdikiler afişteki isimlerinin puntolarına bile müdahale eder olmuşlardır. İslam’ın fetihlerinin hiç birisinde Fatihler gittikleri yerlere meallerle gitmemişlerdir. Asya’ya giden İslam orduları atlarının terkisinde meal mi taşıyordu? Hindistan’da İslam’ı yayma faaliyetleri yürüten Timur yanında meal mi taşıyordu? Balkanların İslam’la buluşması için mücadele eden Sarı Saltuk heybesinde meal mi taşıyordu? Anadolu’nun İslamlaşması için çalışan Ahiyan-ı Rum, Baciyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum ve Gaziyan-ı Rum unsurları bu işleri mealle mi yaptı? Bu sorular meale ne gerek var maksadıyla sorulmamıştır. Meal kutsamacılığı yapmanın âlemi yok. Türkiye’de üç yüzün üzerinde meal var. Bin tane olsa ne yazar? Ümmetin hangi sorununu çözer. Birileri kırmızı kitabı kutsar, sen hocanın mealini kutsarsın, aranızda ne fark var?

Meal okuyunca imanın ve ahlakın mı artıyor? Başkalarına gol atmak için meal mi ezberliyorsun? Buralarda sıkıntılar var ve bu mesele biraz da derindir. Yanık bir sesle ve yürekten okunan bir Kur’an-ı Kerim’in etkisini meal yapıyor mu? Davudi sesli bir gencin okuduğu ezanın etkisini meal yapıyor mu? Emrullah Hatipoğlu hocaya sorun bakalım: “Hocam ezan sesine gelen turistlerle olan diyaloglarını bir anlat bakalım dediğinizde çok şeyler dinleyeceksiniz; fakat asla meal verdik de sonradan geldi Müslüman oldu cinsinden tek bir hikâye dinlemeyeceksiniz.”

İnsaf dinin yarısıdır derler. İşte size buram buram insaf kokan bir hikâye: Mustafa Sabri Efendi’nin (22 Haziran 1869- 12 Mart 1954 Osmanlı Müderrisi, Meclis-i Mebusan üyesi, Şeyhülislam) .öğrencilerinden Arnavut asıllı Ali Yakup Cenkçiler Hoca her namazdan sonra Osmanlı’ya dua ederdi. “Niçin ebeveyninden önce Osmanlı’ya dua ediyorsun? diye sorulduğunda; “Eğer Osmanlı Rumeli’ye gelmeseydi şimdi ben belki de bir kilisede papaz olacaktım.” der.

Meal yazılmasından ve okunmasından asla rahatsız değiliz. Getirildiği noktaya baktığımızda rahatsızlık duymaktayız. Mezheplerle, cemaatlerle, tarikatlarla, vakıflarla, derneklerle, çay ocaklarıyla, hocalarla bölük pörçük olmadık mı? Şimdi de mealler üzerinden bölük pörçük olmuyor muyuz? Beşeri olan her türlü kutsamaya hayır.

Ömer Naci Yılmaz

Ö.Naci Yılmaz *

Tüm Yazıları →
Ö.Naci Yılmaz

Ayrıca Bakınız

GİYDİRİLMİŞ KERESTELER

Ömer Naci Yılmaz   Galatasaray ve Fenerbahçe takımları arasındaki Süper Kupa maçının, Suudi Arabistan’da oynatılmamasından dolayı …

DERGİDEKİ DİĞER YAZILAR



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir