Cumartesi , 27 Nisan 2024
Son Dakika Haberler

SEYYİD KUTUP; DİN NEDİR? (7)

7. BÖLÜM

– Bu Dinin Tabiatı

Sürekli olarak ortalıkta dolaşan yalancı bir kuşku ve sitemkâr bir arayış vardır. Niye ey Rab? Hak niye yaralı, bâtıl niye başarılı? Hak ehli niye belâda, bâtıl ehli niye kurtuluyor? Hak-bâtıl kavgasında hak niye mağlup, bâtıl niye galip? Ganimetler niye batılın. Galip olması gereken hak değil midir? Bâtılın bu baskınlığı neden? Bâtılın bu kavgada başarılı çıkması neden? Hele de bu, gönüllerin sarsılıp fitneye uğramasına neden olurken?..

Uhud savaşında müslümanların hayret ve dehşetle; “Bu da nereden geldi?..” demesi, fiilen gerçekleşmiş bir olaydır…Allah (Subhanehu ve Tealâ) ise yorgun gönüllere huzur veren, bu yönden akla gelebilecek kötü düşünceleri gideren bir cevap veriyordu. Kanununu, kaderini ve tedbirini açıklıyordu. Düne, bugüne ve yarına yetecek bir cevaptı bu…

Bâtılın bir savaştan galip çıkıp belirli bir süre daha şişmeye devam etmesi, hiç şüphesiz Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘nın onu kendi halinde bırakması demek değildir. Bu, bâtılın yenilmez nitelikte bir güç olması veya hakka kesin bir zarar vermesi demek de değildir. Hakkın her hangi bir savaşta belaya uğrayıp belirli bir süre zayıf kalması da, Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘nın onu bırakıp unuttuğu veya onu yıkıp ortadan kaldırmak için bâtıla terkettiği anlamına gelmez. Hayır!

Bu, olsa olsa bir hikmet ve tedbirin gereğidir. Çünkü Allah (Subhanehu ve Tealâ), bâtıla mühlet veriyor. Yolun sonuna gitmesi, suçların en iğrencini işlemesi, günahların en ağırını işlemesi ve en şiddetli azabı hakketmesi içindir bu mühlet… Hakkın da sınavdan geçmesi içindir… İyiyle kötünün ayrılması, zorluklardan yılmadan yola devam eden kimselerin büyük mükafatlara erişmesidir bu sınavın amacı… Şu halde bu sınav, hak namına bir kazanç, bâtıl namına da bir zarardır. Yani karşılıklı olarak artan bir kazanç ve zarar… Bir kavga ki, Allah (Subhanehu ve Tealâ) dilemiştir asıl davasının böyle olmasını…

Hak düşmanlarını -ilâhî azaba uğramadan- nimetler içinde yüzerken, zahiren de olsa güç, iktidar ve makamları ellerinde bulundururken görmek, bazı gönüllerde kuşkular meydana getirip fitneye düşmeye neden olabilir. Sonra bu kuşku ve fitne etrafta bulunan kimselere de bulaşabilir. Kalb ve akıllarda gezinen bu tür kuşkular yüzünden zayıf inançlı kimseler, Allah (Subhanehu ve Tealâ) hakkında cahiliye zanlarına benzer hak dışı zanlara kapılırlar. Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘nın hak ve bâtıl savaşına karışmadığını, hakkı batılın pençesine bıraktığını veya hakkın zaferiyle ilgilenmediğini sanırlar. Yahut bâtılın hak olduğu zannına kapılırlar. Yoksa derler kendi kendilerine; “Allah, bâtılın büyümesine, yayılıp zafer kazanmasına ne diye karışmıyor?”

Ya da sanırlar ki, dünyadayken hakkı yenmek batılın özelliğidir. Hakkın ise, zafer kazanmak özelliği yoktur. Sonra sanırlar ki Allah (Subhanehu ve Tealâ), bu zalim, tağut, müfsit ve bâtılperestlerin azgınlığına, fitne ve küfür yaymalarına izin veriyor. Çünkü yaptıklarının kendilerine kaldığını zanneden bu azgınlar, herşeyin kendilerinden yana işlediğine, kendilerini durduracak hiç bir gücün bulunmadığına inanıyorlar.Gerçekte tüm bunlar boş kuruntulardır. Allah (Subhanehu ve Tealâ) hakkında haksız zanlar beslemektir. Çünkü gerçek böyle değildir. Bakın Allah (Subhanehu ve Tealâ), kafirleri, bu tür zanlar beslemekten sakındırıyor. Eğer Allah (Subhanehu ve Tealâ), direnedurdukları küfür yüzünden onları hemen kapıvermiyorsa, eğer onlara belirli bir süre oyalanıp eğlenecekleri bir dünyalık hisse veriyorsa, eğer onları böyle bir sınavdan geçiriyorsa bu, sadece bir imtihandır. Kendilerine hazırlanmış sağlam bir tuzaktır. Onları yavaş yavaş kapmak için verilmiş bir mühlettir:

“Kâfirler, onlara verdiğimiz mühleti, kendileri için hayırlı sanmasınlar. Biz, hiç şüphesiz daha da günah işlemeleri için onlara mühlet veriyoruz.” (3 Al-i İmran/178)

Demek ki, Allah (Subhanehu ve Tealâ)’dan gelen bu bela (deneyim), bir nimettir. Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘nın, ancak hayır dilediği kimselere vereceği nimet… Eğer Allah (Subhanehu ve Tealâ), kendi dostlarına bir musibet vermişse, hiç kuşkusuz onlara hayır dilemiştir. Başa gelen bu musibet, dostlarının davranışından doğmuş olsa bile gene de bir hikmet, bir lütuf ve tedbir var, demektir. Gaybani bir hikmet, ince bir tedbir ve mü’min dostlarına bir lütuf…

İşte böyle… Gönüller huzura ve ruhlar sükunete kavuşuyor. İslâm’ın açık, şaşmaz ve dosdoğru düşüncesinin gereği olan temel gerçekler yerine oturuyor.Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘nın mü’minleri; saflarına karışan münafıklardan ayırması, sonsuz hikmetinin ve mü’minlere minnetinin bir gereğidir. Kötüyle iyiyi birbirinden ayırd etmek için onları, kendi düşünce ve davranışlarının sonuçlarıyla sınavdan geçirmesinin nedeni budur…

“Allah, mü’minleri elbette ki üzerinde bulunduğunuz karmaşık halde bırakacak değildir. Ta ki, kötüyle iyi (münafıkla mü’min) birbirinden ayırdedilsin.” (Al-i İmran/179)

Allah (Subhanehu ve Tealâ), hiç şüphesiz müslümanların saffını münafıklarla karışık bir halde bırakmayacaktır. Kalblerine imanın kokusu ve İslâm’ın diriliği girmediği halde zahiren müslüman olduklarını söyleyen münafıkları tanıtıp “iman”iddiasının arkasına sığınarak aralarına karışmalarını önleyecektir. Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘nın İslâm ümmetinden istediği şey, evrensel ve büyük bir görevin yerine getirilmesidir. Mükemmel ilahi nizamın yüklenmesi; yeryüzündeki küfür vakasının değiştirilip yepyeni ve eşsiz bir düzenin kurulmasıdır. Bu büyük görevin gereğidir soyutlanma, arınmışlık, bağlılık ve belirginlik… Gereğidir saffında boşluk, yapısında çürüklük bulunmamak…

İşte tüm bunlar müslüman safın uyanık olmasını gerektirmektedir. Çünkü bu saffın kötülükten arınması şarttır. Çürük taşları düşürmek için bir baskının uygulanması şarttır. Yabancı ve yaramaz unsurların ortaya çıkması şarttır.Bundan dolayı Kur’an-ı Kerim, bu dinin metodunu çizip dava adamlarının izleyeceği yolu belirlemektedir:

  1. İnsanlık hayatının ilahi nizamı olan bu dinin özelliği ve hayatla uygulanma yönteminde bilinmesi gereken; ama çoğu kez göz ardı edilen veya hemen anlaşılmayan temel bir gerçek vardır. Bu gerçeğin anlaşılmaması veya unutulması korkunç bir yanlışlığa neden oluyor. Yani bu dine yaklaşımda, gerçek yapısında, insanlık hayatındaki tarihsel realitesinde, dün, bugün, ve yarınki işleyişinde yapılan bir bakış hatası…Bazılarımız diyor ki:

“Madem ki bu din ilahi bir hayat sistemidir; olağanüstü bir sihirbazlık yöntemiyle insanlık hayatına girmelidir.”

Yani insanın doğal özelliği ve fıtri gücünü bir kenara atıyorlar. İnsanın maddî şartlarını göz ardı ediyorlar. Bu şartlar hangi kalkınma aşamasından geçmiş ve hangi ortamın ürünüdür, buna bakmıyorlar. Ama böyle bir yöntemle hayata geçtiğini de göremiyorlar. Çünkü İslâm, insanın güç ve pratik hayat şartları dahilinde gelir. İnsanla etkileşim içinde bulunan bu güç ve bu pratik şartlar zamanla belirli ve açık kalıplara girerler. Halkın uyumu oranında da etkilerini de gösterirler. Kimi dönemlerde ise bu etkileşimin sonucu tersine olabilir. Bu durumda ise dinin sesine kulak vermeyen veya dosdoğru bir şekilde yola girmeyi düşünmeyen insan, alçaldıkça alçalır arzu ve şehvetlerin cazibesine kapılıp gider.İşte “Allah’tan gelmiştir”diye bu dinin olağandışı yollarla çalıştığını görmeyince, bazılarımız hiç ummadıkları bir hayal kırıklığına uğruyorlar…

Yahut İslâm hayat nizamının ciddiyet ve pratikliğine güvenlerini kaybediyorlar. Yahut da dinden -mutlaka- bir kuşku duymaya başlıyorlar. Bu zincirleme hataların kaynaklandığı asıl hata ise; bu dinin tabiatını ve geliş yöntemini tanımamaktır. Veya bu basit ve temel gerçeği unutmaktır.Bu din, insan hayatı için gelen bir sistemdir. Bu sistemin hayata geçip iktidar olması, insanın gücü nisbetinde çalışmasıyla mümkündür. İşe başlama noktası; fiilen üzerinde bulunulan maddî hayat pratiğidir. Bu yürüyüş, yolun sonuna değin insanın normal güç ve çabası dahilinde devam eder. En son varabilecekleri yere, kendi güç ve çabasıyla varır.

Bu dinin en belirgin özelliği, insanın fıtratını, güç sınırını ve maddi hayat şartlarını hiç bir zaman hiç bir tasarıda ve hiç bir harekette göz ardı etmemesidir. Bir diğer özelliği de insanı hiç bir beşeri sistemde asla erişemeyeceği doruklara yükseltmesidir. Nitekim bazı dönemlerde bu durum fiilen gerçekleşmiştir. Demek ki bu sistem, ciddi bir çalışmayla tekrar hayata geçebilir. Çünkü bunun gerçekleştirilmesini engelleyecek hiçbir neden yoktur.

Ne var ki, tüm hata bu dinin tabiatını anlamamaktan veya unutmaktan doğuyor. Beşer realitesine dayanmayan, fıtratla çelişen ve insanı fıtratından, arzularından, yeteneklerinden, realitesinden ve gücünden soyutlayan “olağanüstü” halleri beklemekten doğuyor.

“Bu din, Allah katından değil midir?”Hiç bir şeyin aciz bırakamayacağı Kâdir Kuvvet’in dini değil midir? Öyleyse neden sadece beşer gücü hududunda kalıyor? Neden hayata geçmek için beşer çabasına gerek duyuyor? Sonra, neden hep yenmiyor? Neden yandaşları daima kazanmıyor? Neden şehvetlere, arzulara ve maddî hayat pratiğine zaman zaman yenik düşüyor?

Tüm bunlar, dinin temel ve sade gerçeğini kavrayamamaktan yahut göz ardı etmekten ileri gelen soru ve kuşkulardır. Söz konusu olan da budur. Allah (Subhanehu ve Tealâ) hiç şüphesiz insanın fıtratını değiştirmeye kâdirdir. Bu dinle veya başka bir yolla bu değişikliği muhakkak ki gerçekleştirebilir. İnsanı daha ilk başta başka bir fıtrat üzere de yaratabilirdi. Ama O, insanı bu fıtratıyla yaratmayı dilemiştir. Hidayetin; ilgi gösterme, emek ve bilginin bir ürünü olmasını dilemiştir.Fıtratının sürekli çalışır durumda olmasını, değişmemesini, erimemesini ve işlevsiz kalmamasını dilemiştir. Hayat için koyduğu sistemin, insan çabasıyla, insanın normal gücüyle gerçekleşmesini dilemiştir. İnsanın normal yaşam şartlarına göre harcayacağı çaba nisbetinde başarıya ulaşmasını dilemiştir. Bu bakımdan yaratıklarından hiç bir kimse;

“Allah, ne diye bunu dilemiştir” diye bir soru soramaz.

Çünkü yarattıklarından hiç kimse ilah olamaz. Sınırsız bilgi sahibi olamaz. Kainatın temel düzenini, bu düzenin varlık alemindeki canlılarla ilişkisini ve canlıların yaratılışını kendisine özgü bir tasarımla ötelerden yöneten gaybanî hikmetleri kendi bilgisiyle kavrayamaz… Şu halde bu konuda “Niçin?” sorusunu ne ciddi bir mü’min ne de ciddi bir dinsiz sorabilir.Mü’min soramaz. Çünkü kalbini, niteliklerini ve varoluş nedenini bilen Rabbine karşı fazlasıyla edeplidir. Beşer kavrayışının bu alanda çalışamayacağını çok iyi bildiği için bu soruyu soramaz.

Bu soruyu bir dinsiz de soramaz. Çünkü o peşinen Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘yı reddetmektedir. Zaten eğer dinsiz, Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘nın ilahlığını kabullenseydi, tüm bunların Onun işi ve ilahlığının vazgeçilmez gerekleri olduğunu da kabullenirdi.

Öyleyse bu soruyu ya ciddiyetsiz ve kaypak kimseler ya da ilahlığın gerçek özelliğini bilmeyen kimseler sorabilir. Bir kere ne dediğini bilmeyen kaypak kişiler, ne ciddi mü’min olabilirler ne de ciddi dinsiz olabilirler. Bu nedenle onları ciddiye alıp tartışmaya girmek doğru değildir.

“İlahlığın” gerçeğini bilmeyen kimselere gelince… Bu cahil kimselere karşı takınılacak tavır; doğrudan doğruya bir cevap vermek değildir. Çare; bu kimselere İlahlığın hakikatini anlatmaktır. Bunun sonucunda o kimse ya her şeyi kabullenip inanacak, ya da inkâr edip dinsizliği seçecektir. Tartışma da böylece bitecektir. Çünkü başka türlü olursa, polemiğe girilmiş olacaktır.

Sonuç olarak yarattıklarından hiç biri Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘ya “İnsanı ne diye bu fıtratla yaratmayı diledin?” diye soramaz. “Ne diye bu fıtratı böyle işler halde; böyle değişmez, işlevsiz kalmaz ve yok olmaz bir nitelikte irade et­tin? Ne diye hayat nizamını, beşerin çaba ve normal gücüyle gerçekleşebilir bir özellikte diledin?” diye soramaz.

Çünkü her bir yaratığa düşen asıl görev, bu hakikatı böyle kabullenmektir. Beşerin pratik hayatını bu hakikatin belirlediğini görmektir. İnsanlık tarihini bu hakikatin ışığı altında yorumlamak bir taraftan tarihin seyir hattını, öbür taraf­tan da bu seyir hattına karşı takınacağı tavrı iyice kavramaktır. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından getirilen ve İslâm diye bilinen İlahî hayat sistemi, salt“Allah katından inmiştir” düşüncesiyle veya soyut bir ilan veya halka tebliğle yeryüzünde gerçekleşemez.

Aynı şekilde o, ilgili yasaları gereği neden-sonuç çerçevesinde seyreden yıl­dız ve uzay hareketlerine benzer zorlayıcı bir İlahi güçle de gerçekleşemez. Çünkü bu sistemin hayata geçmesinin tek yolu; onu insanlardan bir grubun yüklenmesidir. Yani davaya yürekten inanan, bütün gücüyle ona sarılan, onu hayatının görevi ve umutlarının hedefi sayan bir grup…

Başkalarının kalp ve pratik hayatlarına geçmesi için didinen bir grup… Bu da yetmez… Çünkü bu gayeye ulaşmak için var güçleriyle cihad etmeleri de gerekiyor. Hem nefsinde hem de çevresinde var olabilen beşeri zaaf, hevaperestlik ve zavallı ve cahil kimselere karşı cihad etmeleri gerekiyor. Ayrıca -yani tüm bunların yanında- bu ilahi hayat sistemini beşer fıtratının kaldırabileceği bir seviyede tutmak zorundadırlar.

Bunun da yolu, insanların fiilen içinde bulundukları noktadan hareketle işe başlamak; pratik hayatlarını ve bu hayatlarından doğan sonuçları göz ardı etmeden başlamaktır. İlahi sistemin hayata geçiş aşamaları ve bunların normal sıralamasında izlenecek yol budur.Ama tüm bunlardan sonra insanın çabasını sürdürmesi, pratiğe ve uygulamaya yönelik yollara başvurması ve seçeceği yöntemlerde başarı göstermesi söz konusudur. Çünkü, kâh kendi nefsiyle beraber başka insanlara karşı zafer kazanması, kâh bir savaşta hem kendi nefsine hem de başka insanlara yenilmesi; gösterdiği çabayla orantılıdır.

Fakat her şeyden önce her tür çaba ve yöntemden önce göz önünde tutulması gereken bir husus vardır. O da bu müslüman grubun fedakârlık derecesidir. Yani zamanlarını bu amaç için ayırma sorunudur. Bu sistemi bizzat kendilerinin yaşaması derecesidir. Bu sistemin sahibi olan Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘ya bağlılıkları, güvenmeleri ve tevekkül etmeleri derecesidir.

İşte bu dinin gerçek özelliği budur. Hareket planı ve yöntemi budur. Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘nın eğitedurduğu ilk müslüman cemaata öğretmek istediği gerçek de buydu.Eğer müslüman cemaat bu dinin gerçeğini herhangi bir savaş konumunda bizzat kendisi uygulamıyorsa, gerçekçi ve vazgeçilmez pratik çareler aramıyorsa veya aramayı unutuyorsa, düşünce ve davranışlarını dikkate almadan “salt müslümanlığımla zafer kazanmalıyım” diyorsa; Allah’ın da onu hezimetler ve dayanılmaz acılarla karşı karşıya bırakması kaçınılmaz bir şeydir. Allah (Subhanehu ve Tealâ) bu gerçeği aşağıdaki ayet-i kerimede çok açık bir şekilde belirtmektedir:

“(Bedir’de düşmanı) iki katıyla uğrattığınız bir musibete (Uhud’ta) kendiniz uğrayınca “Bu da nereden geldi?” diye mi söylersiniz? De ki: “O, kendi katınızdandır.” Allah, muhakkak ki, her şeye gücü yetendir.” (3 Al-i İmran/165)

Buna rağmen Allah (Subhanehu ve Tealâ), müslümanları bu noktaya mahkum olmuş da bırakmaz. Çünkü onları, neden-sonuç ilişkisinin gerisindeki kudretiyle ilişkide tutar. Olağan davranışlarının sonucu olan zahiri sebeblerin gereği başa gelen deneyimin gerisinde kendileri için bir hayır dilediğini bildirir.Şurası kesindir ki, İlahî hayat sisteminin hayata geçişi, insanın çabasına ve olağan davranışlarıyla etkileşimine bırakılmıştır.

Sonra bu, her yönüyle hayırlı bir şeydir. Çünkü insanın hayatını yozlaşma ve başıbozukluğa meydan vermeden düzene koyan bu sistem ıslah ettiği insan fıtratını uyararak normal rayına oturtmaktadır. Çünkü gerçek iman; hidayet yolunu kuvvete başvurarak tıkayan azgın insanlara karşı inancı uğrunda diliyle, tebliğiyle, açıklaması ve eliyle cihad etmeyen kimselerin gönlüne yerleşemez.

Mü’min bu cihadıyla elbette ki belalara uğrayacaktır. Çalışmasında sabırlı, acılara karşı sabırlı, yenilgilere karşı sabırlı ve en önemlisi zafere karşı da sabırlı olacaktır. Çünkü zaferleri sabırla korumak, bozgunlara karşı sabırlı olmaktan çok daha zordur. Gönüller arınıncaya, saflar belirleninceye İslâm cemaati rayına oturup sadece Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘ya dayanmış olarak başı dik bir şekilde yoluna koyuluncaya kadar bu cihad sürecektir.

Evet, gerçek iman, bu inanç uğrunda küfürle cihad etmeyen kimselerin gönlüne mümkün değil tam anlamıyla yerleşmez. Bir mü’min, insanlara karşı cihadı esnasında bile en başta kendi nefsiyle cihad eden kimsedir.

Çünkü bu cihadı yaparken önünde engin iman ufukları açılacaktır. Hem de güvenlik ve barış içinde yerinde oturmuş haldeyken asla açılamayacak ufuklar… Cihad ederken hayata ve insana ilişkin gerçekleri anlayacaktır. Hem de bu yolun dışında asla öğrenemeyeceği gerçekleri… Nefsi, duyguları, düşünceleri, gelenekleri, özellikleri, etki ve tepkileri hakkında başka türlü asla ulaşamayacağı bir bilgi düzeyine kavuşacaktır bu zorlu ve çileli imtihanı verirken…

Evet, bir cemaatin, deneyim, imtihan ve belalar olmadan, her bireyi gerçek güç ve amacını tanımadan, yapısını meydana getiren taşların dayanma gücünü ve bu taşların bir saldırı anında birbirine tutunma derecesini bilmeden, tam bir iman gerçeğine sahip olması mümkün değildir. İşte Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘nın olaylarla eğitimden geçirdiği ilk müslüman cemaata bildirmek istediği buydu. Diyordu ki onlara:“Allah, mü’minleri elbette ki üzerinde bulunduğunuz karmaşık halde bırakacak değildir. Ta ki kötüyle iyi (münafıkla-mü’min) birbirinden ayırdedilsin.”(3 Ali İmran/179)

Daha sonra da onları sebebler aleminin gerisindeki Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘nın takdir ve hikmetine; buradan da büyük iman gerçeğine yöneltmekteydi. Çünkü bu iman, mü’min gönüllerde iyice yerleşmedikçe tam tamına gerçekleşmiş sayılamazdı.

“Eğer siz (Uhud’ta) bir yara aldıysanız, hiç şüphesiz kafirler de (Bedir’de) benzer bir yara almışlardır. Bugünler, insanlar arasında; (çeşitli tedbirlerin alınması), Allah’ın mü’minleri ortaya çıkarması ve içinizden şehidler edinmesi için devredip durduğumuz günlerdir. Allah, hiç şüphesiz zalimleri sevmez. Bir de Allah’ın mü’min kimseleri arındırıp ayırması, kafirleri de helak etmesi içindir” (3 Al-i İmran/140,141)

Öyleyse tüm bunlar, sonuç açısından sebebler aleminin davranışları, olayları ve kişileri ötesindeki ilahî takdir, tedbir ve hikmetten ibarettir. Aynı zamanda bu, olayların ve bu olayları aydınlatan imtihanın ardından gönüllere yerleşen kapsamlı ve mükemmel İslâm düşüncesidir.

  1. Esas niteliğinde büyük bir gerçek daha vardır. Bu da, insanın özgün yapısıyla, fıtrat ve çabasının temel özelliğiyle ve ilahi hayat sistemini uygulayabilme derecesiyle ilgilidir.

İnsanın nefsi, gerçekte mükemmel değildir. Özü itibarıyla dünya hayatında kendisine takdir edilen azami bir kemal derecesine ulaşabilir bir gelişme ve ilerlemeye müsait bir nitelikte yaratılmıştır. Dikkat edilirse, İslâm ümmetinin doruğunu, temsil eden bir cemaata dönüşmüş -doğal yaratılışta ki- bir grub insan vardır ki, Allah (Subhanehu ve Tealâ) haklarında; “Siz, İnsanlar için çıkarılmış en iyi ümmetsiniz.” (3 Al-i İmran/110)diye buyurmaktadır.

Bir de bu kimselerin beşer nefsinin en kâmil örnekleri olan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)‘in sahabeleri olduklarını düşünün. Evet, bu kimselere baktığımızda neyi görüyoruz? Hiç şüphesiz bir insan grubunu… Zaafları, noksanlıkları ve hatta Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘nın; “Hiç şüphesiz şeytan, (İslâm-küfür) ordularının karşılaştığı günde sizden kaçan kimseleri, işledikleri bazı günâhlar yüzünden zillete düşürmüştü. (Ama) Allah, -yemin olsun ki- onları affetti.” (3 Al-i İmran/155)diye kendilerinden söz ettiği insanlardı…

Onlar, hiç şüphesiz, müslüman kimselerdi. Ama henüz yolun başında, eğitim ve yetişme çağında kimselerdi. Bununla beraber işlerini Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘ya teslim edip önderliğini kabullenmiş, gönderdiği sisteme gönülden razı olmuş ve emirlerine uymada son derece ciddi olan insanlardı.

Bundan dolayı da Allah (Subhanehu ve Tealâ), onları himayesinden kovmadı. Hatta acıyıp onları affıyla karşıladı. Gerçi Allah (Subhanehu ve Tealâ), onları davranışlarının akıbetini tatmakla karşı karşıya bırakmış ve acı dolu zorlu bir deneyimden geçirmişti. Ama onları kovup saf dışına da itmemişti. Kendilerine; “Bu deneyimde yetersiz ve zayıf bir duruma düştünüz. Artık bu dinin hiç bir işine yaramazsınız”diye bir şey de söylememişti.

Çünkü Allah (Subhanehu ve Tealâ) bunu yapacağına, söz konusu zaaf ve noksanlıklarını kabul ederek kendilerini bu deneyimden geçirerek eğitmişti. Bundan gerekli ibret ve öğütleri almaları için, rahmet, bağışlama ve hoş görü yoluyla kendilerini eleştirip dersler vermişti. Tıpkı bir büyüğün, ateşle oynayıp canını yakan çocukları eğittiği gibi… Çünkü başka türlü öğrenip yetişemez ve anlayamazlardı.

Ellerinden tutmak suretiyle kendilerine zaaf ve nefis tuzaklarını gösteren Allah (Subhanehu ve Tealâ), onlara kendi kendilerine güvenmelerini, sağlam ve kopmaz ilahî ipe tutundukları sürece hedefe ulaşmaktan umut kesmemelerini öğretmiştir… Ve nitekim bu hedefe ulaştılar da… Evet sonunda vardılar hedeflerine… Bir çok örnek çıktı aralarından… Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘nın övgüyle söz ettiği örnek insanlar:

“O kimseler ki insanlar onlara: “Düşmanınız sizinle savaşmak üzere toplandı, onlardan korkun” deyince bu söz, sadece Allah’a iman (ve güvenlerini) arttırdı. Ve (buna karşı) “Allah bize yeterdir. O ne iyi vekildir” dediler.” (3 Al-i İmran/173)

Doğrusu bu kimseler gördükleri ilâhî eğitimle göz alıcı bir düzeye gelmişlerdi. Ama buna rağmen de insan idiler. Zaafları, kusurları ve hataları olan birer insan… Bunun yanında tevbe ve istiğfarlarıyla Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘ya yakaran birer insan…Söz konusu olan şey insanın tabiî yaradılışıydı. Yani bu ilahi sistemin değiştirmeden, işlevsiz bırakmadan ve güç yetirilmez işlere koşmadan koruduğu tabiî yapı… Sonra bu din, onu bu tabiî haliyle yeryüzünde en mükemmel bir düzeye çıkarmıştır.

Bu gerçeği bilmenin büyük bir önemi vardır. İnsanlığın, bu eşsiz nizamın gölgesinde hiç umut kaybetmeden çalışıp yetişmesi konusunda önemi büyük olan bir gerçek… Çünkü ilk İslâm cemaatinin bu göz alıcı yüksekliğe erişmesinin başlangıç noktası, daha aşağılarda üzerinde bulunduğu konum idi. Bu zorlu yolda güçlükle atılan adımlar, cahiliyede bulunan ve her şeyleriyle geri olan bir beşer topluluğunun adımlarıydı.Tüm bunlar birer umuttur…Bu göz kamaştırıcı noktaya erişebilme konusunda insanlığın besleyeceği büyük bir umut…

Ne kadar aşağılarda olursa olsun gene de yükselebileceğine inanma umudu… Bu umudu yitirmeyen bir cemaatin, eşi bulunmaz harika bir doğumla dünyaya gelebileceğini gösteren bir hakikat…

Demek ki bu cemaat, geçici bir harikanın eseri değildir. Çünkü o, beşerin gücü dahilindeki bir çalışmayla gerçekleşen ilahi bir metodun eseridir. Beşerin gücü ise -gördüğümüz gibi- pek çok şeye müsaittir.Bu metod, her cemaati üzerinde bulunduğu noktadan, yani içinde yaşadığı maddi hayattan ele alarak yetiştirmeye başlar. Çünkü yükseklere tırmanmanın başlangıç noktası budur. Bu din, çeyrek asır denilebilecek kısacık bir sürede göz kamaştıran bir noktaya çıkardığı, ilk İslâm cemaatini, ilkel Arap cahiliyesinin içinden, yani aşağı noktalardan alıp yüceltmiştir.

Yalnız burada uyulması gereken vazgeçilmez bir şart vardır. O da bu insan topluluğunun, ilahi sisteme kesin teslimiyetidir. Yani ona inanıp kabullenmesi, hayatına temel, hareketine parola ve uzun, zorlu yolundaki adımlarına ölçü olarak onu almasıdır.

3. Üçüncü bir gerçek… İlahi sistemin gereği olarak müslümanın kişiliğiyle İslâm cemaatinin birbirinden kopmazlığı gerçeği… Cemaatinin çeşitli alanlarda düşmanla giriştiği savaşlarla kendisi arasındaki bağlantı… İnançla düşüncenin bağlantısı… Tüm alanlardaki savaşların zafer-hezimet bağlantısı… Tüm bunlar İslâm cemaatinin zafer veya hezimetleriyle yakından ilgili olan temel faktörlerdir. Çünkü ilahi hayat sistemi büyük bir alana yayılmıştır. İnsanın kişiliği yanında tüm hayatını da kapsamaktadır. Boyutları, noktaları ve uzantıları birbirine girmiş büyük bir alan… Aynı zamanda hem mükemmel hem de kapsamlı… Bu bakımdan eğer söz konusu alanlardaki nokta, boyut ve uzantılar arasında bir uyumsuzluk veya karışıklık meydana gelirse genel plan bir takım boşluk ve arızalara maruz kalacaktır.

Bu özgün gerçek, insan hayatını, bölünme ve parçalanmaya meydan vermeden tüm yönleriyle ele alan kapsamlı ve kusursuz ilahi sisteme mahsus bir ayrıcalıktır. Yani insan kişiliğini ve hayatı tüm boyutlarıyla kuşatan, aralarında bulunan girift bağlantıların tümünü tek elde toplayan, sonuç olarak da bu bağlantıların tümünü düzen ve uyum içinde; basireti köreltmeden, hayatın parçalanma ve bozulmasına meydan vermeden çalıştıran ilahi sistemin özelliğidir.

4. Dördüncü bir gerçek… İslâm eğitim yönteminin özelliğiyle ilgilidir… Çünkü İslâm, müslüman cemaatini olaylarla, olayların kalpte doğurduğu duygu, etki ve tepkilerle ele alıp eğitir. Daha sonra da bu olaylara göre değerlendirir. Bu değerlendirmesinde olaydan etkilenen insan kişiliğini tüm yönleriyle incelemeye tâbi tutar. İslâm’ın bundan maksadı, bu etkiyi dosdoğru rayına oturtmak ve bilinmesi istediği gerçeği sarsılmaz bir şekilde gönüllere yerleştirmektir. Çünkü bu değerlendirmede dikkatleri üzerinde toplayıp aydınlatmadığı, insanın yapısında var olan girift ve gizli yönleri açığa çıkarmadığı hiç bir boyut, hiç bir hatırlayış veya hiç bir düşünce yoktur. İnsanın her şeyi apaçık ve tüm gerçekliğiyle görebileceği bir değerlendirmedir, bu…

Saflara karışan uşakların (hainlerin) ortaya çıkması, cemaatin aydınlık bir ufukta temizlenip arınması, his, düşünce ve değer yargılarının düzelmesi, sarsılmaz İslâm düşüncesinin ve sağlıklı bir İslamî hayatın dayanağı olan ilkelerin kök salması; bu değerlendirmenin bir sonucudur. Ki tüm bunlar, her yerdeki müslüman cemaatin başına gelebilecek olayları -en geniş boyutuyla- aydınlatmaya ve eğitim görerek yetişmeye vesile olacak hususlardır.

5. Beşinci bir gerçek… İlahi sistemin uygulanabilirliğiyle ilgilidir. Her şeyi fiilen uygulamak bu sistemin vazgeçilmez bir özelliğidir. Çünkü pratik hayat içindeki etkinliği buna bağlıdır. Bu nedenle İslâm, sadece teorik ilkeler veya sadece soyut direktifler sunmaz. O, fiilen uygulanır. Teori ve direktiflerini pratik hayatın içinde gerçekleştirir.

6. İlahi emirlerden öğrendiğimiz son bir gerçek… Bu, -Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘nın yardımıyla- yeni bir İslâmi hayata başlamak üzere koyulduğumuz yolda bize fayda getirecek bir gerçektir… O da şu; Allah (Subhanehu ve Tealâ)‘nın hayat sistemi değişmezdir. Değer, yargı ve ölçüleri de değişmezdir. Değişen; yani bu sisteme yakınlaşan veya ondan uzaklaşan, düşünce ve davranış yöntemlerinde yanılan veya isabet eden ise, insandır. Kur’an nizamı, kendi çizgisinden sapan kimseleri, hatalı olarak nitelemektedir. Çizgiden sapanlar olarak nitelemektedir. Bu kimselerin hata ve sapmalarına -makam ve değerleri ne olursa olsun- kesinlikle göz yummaz. Böyle insanlara uymak için kendisi asla çizgiden çıkmaz. Bundan şunu öğreniyoruz:

Hayat sistemini kötülemek pahasına kişileri suçsuz göstermek mümkün değildir. İslâm ümmeti için en önemli şey, hayat sisteminin ilkelerini ayakta tutmaktır. Yani önemli olan; bu ilkelerin olanca açıklık, kesinlik ve netliğiyle varlığını sürdürmesidir. Çizgiden sapıp yanılgıya düşen kimseleri ise, -kim olursa olsun- hak ettikleri şeyle vasıflandırmaktır. Bu sapma ve yanılgılar, sistemi saptırıp değer, yargı ve ölçülerini değiştirme pahasına haklı gösterilemez. Çünkü sistemin saptırılıp değiştirilmesi, büyük müslüman şahsiyetleri yanılgı ve sapmayla nitelemekten -İslâm için- çok daha tehlikelidir. Çünkü kişilerden daha büyük ve daha devamlı olan sistemdir.

Müslümanların tarih boyunca işledikleri her şey veya takındıkları her tavır, İslâm’ın tarihsel pratiği demek değildir. Çünkü İslâm’ın tarihsel pratiği, İslâm hayat sistemine, değişmez ilke ve ölçülerine tıpa tıp uygun olan davranış ve tavırlardan ibarettir. Aksi takdirde işlenen hata ve sapmaları da İslâm’a ve İslâm tarihine mal etmek gerekir ki; bu da mümkün değildir. Çünkü bu sapma ve hataların sorumluları; onları işleyen kimselerdir. Öyleyse kim hak etmişse hata, sapma veya İslâm’a aykırılıkla nitelenmesi gereken odur.

Hiç kuşkusuz İslâm Tarihi, müslümanlıkları söz veya isimde kalmış kimselerin tarihi değildir. Çünkü İslâm tarihi; insanların düşünce ve davranışlarında, hayat biçimleri ve toplumsal düzenlerinde yaşayan gerçek bir İslâmî uygulamanın tarihidir.İslâm, sabit bir merkezdir. İnsan hayatının değişmez bir çerçevede etrafında döndüğü bir merkez. Eğer insanlar bu çerçeveden çıkarsa ve insanlar bu merkezden tamamen koparsa o zaman, onlar kim, İslâm kim?! İslâm dışı davranış ve eylemlerin İslâm’a mal edilmesi mümkün mü?! Bu davranışlarla İslâm’ı yorumlamaya kalkışmak mümkün mü?

Doğrusu böyle bir durumda; yani İslâm hayat sisteminin dışına çıkıp onu bizzat yaşamamaları durumunda onları“müslüman”diye nitelemek bile mümkün değildir. Çünkü onlara “müslüman” demek, isimle müslüman olmalarına veya ağızlarıyla kendilerine “müslümanız” demelerine değil, İslâm hayat sistemini hayatlarında uygulamalarına bağlıdır

Ayrıca Bakınız

”Aksa ve Gazze” Fetvası

Moritanyalı alim Muhammed Hasan Dedo ve Gazze’deki Filistin Alimler Heyeti Başkanı Dr. Mervan Ebu Ras …

DERGİDEKİ DİĞER YAZILAR



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir