Cumartesi , 14 Aralık 2024
Son Dakika Haberler
GÖNÜL BAĞI

GÖNÜL BAĞI

Bir şehre göre küçük, bir ilçeye göre büyük bir yerde yaşıyorduk. Ancak yine de biz bir il sayılıyorduk. Kendimize ait bir plakamız, kendimize ait bir geleneğimiz vardı. Nüfusumuz dapek kalabalık değildi. Çoğu insan birbirini tanır, tanıyan olmasa bile herkes birbirini simasından çıkarıverirdi.

Ancak bizi tanımayan insan yok gibiydi. Babam bu şehrin önde gelen büyüklerindendi. Kendisi şeyhti. Evimiz her gün misafirlerle dolup taşar, babama sunulan hediyelerin haddi hesabı yapılamazdı. Ancak o da kendisine verilen hediyeleri garip gurabalarla paylaşır, başka insanları sevindirirdi.

Çok sevilirdi babam. Bu sebeple beni de çok severlerdi. Nereye gitsem elim boş dönmem, mutlaka bana bir şeyler ısmarlardı büyüklerim. Kimisi cebindeki şekeri benimle paylaşır, kimisi elime bir miktar para sıkıştırır, kimisi ise bana ve babama dualar ederdi.

Her temmuz ayında iki ağabey bizi ziyarete gelirdi. Ben bu ağabeyleri çok severdim, onlar da bir o kadar beni severdi vesselam…Bu ağabeylerin birisi güzel ülkemin en batısında ikamet ediyor, diğeri ise en doğusunda yaşamını sürdürüyordu. İkisi de iş güç sahibi insanlardı. Genç olmalarına rağmen maddi durumları gayet iyi, işlerinde gayet başarılıydılar. Ve bunlar, bizim zamanımızda gazetelerde boy gösteren zıt kutuplu iki siyasi parti liderlerinin sağ kollarıydı.

Aslında genel olarak baktığımızda ikisinin de ideolojisi aynı görünüyordu. Ama hizmet ettikleri parti, talep ettikleri haklar çok farklıydı. İkisi de kendi ırkını yüceltme ülküsü, İslam’ı hiçe sayan ve sadece kendi insanına hizmet eden bir anlayış döngüsü içerisindeydi. İşte bu noktalar, onların aynı ortamda bulunmama sebebini ortaya çıkarıyordu. Aslında bunlar konuşulup halledilebilecek bir mesele iken, bu ağabeyler sürekli kavga içerisindeydiler…

Şunu anlayamıyordum. Babam, her temmuz ayında bu tatsızlıkların çıkacağını bile bile neden bu ağabeyleri aynı gün eve çağırıyordu? Her geldiklerinde bir tantana, bir kıyamet kopmasa olmuyordu. Tabi bunları babama söylemek, onu kızdırabilirdi. Çünkü babam, bu delikanlıları en az benim kadar çok severdi. O yüzden böyle bir soru sormaya cesaret edemiyordum

Eylül ayı sonlarıydı. Benim de o yıllar delikanlılığa adımımı attığım ilk zamanlardı. Bu yıllarda bazı anlar insanlara karşı hırçın davranmayı ve kafama buyruk hareket etmeyi çok severdim. Yine öyle bir anımda,babam beni odasına çağırmıştı. “O ağabeyleri davet etmek için mektup yazmış olmalı.” diye düşündüm. Biraz öfke, biraz da huzursuzluk duydum içimde. Bu öfke ile huzursuzluk bana cesaret veriyordu. Hazır bu cesareti kendimde bulmuşken neden bu ağabeyleri aynı zamanda çağırdığını ona sormalıydım.

Odadan içeri girdiğimde babamın Kur’an-ı Kerim okuduğunu gördüm. Sesli bir biçimde okuyordu ve sanki onun okumasıyla içimdeki cesaret tuzla buz oluyordu. Babam okumasını bitirince bana döndü ve:

“Oğlum, masanın üstündeki zarfları al. Üzerlerinde nereye gidecekleri yazıyor. Bunları gönder…” dedi.

İsimlere baktım. Yine o ağabeylere gidiyordu bu zarflar. “Soruyu sormamın tam sırası!” dedim kendi kendime. Ağzımı açmak üzereyken:

“Oğlum, artık genç bir delikanlı oldun. Ben ise sen doğduğun gün nasılsam, hala öyle yaşlıyım ve giderek yaşlanıyorum. Belim bükülüyor, toprağa yani gerçek evime daha yakından bakıyorum. Bugüne kadar yaptığım hataları sırtıma binmiş bir yük gibi daha sık hatırlar oldum…”

Babam gibi bir insan hata yapacaktı ha!? İşte ben buna ihtimalvermezdim.

“Estağfurullah babacığım. Hata yapmak bir tek bize yakışır…” dedim ancak sözümü bitiremeden konuşmaya devam etti:

“Hayır evladım. Benim de bir nefsim var ve benim de hatalarım oldu. Ancak bu hatalarımı hala düzeltebilmiş değilim. Yarım asrı çoktan geçmiş olsam bile zaman benim için çok hızlı geçti.” dedi ve kitaplığından bir mektup daha çıkardı.

“Ağabeylerin geldiğinde bu mektubu sesli bir şekilde yanlarında oku. İçinde yazılana sen de kulak ver. Çünkü artık sen de genç bir delikanlı oldun…”

Çaresizce, “Tamam babacığım.” dedim. Odasından ayrıldım, bana verdiği zarfı kendi odama bıraktım. Diğer ikisini postaneye götürüp teslim ettim ve babamın verdiği zarfı açmak için gün saymaya başladım…

Birkaç hafta sonrasıydı. İşte o gün, benim en çok üzüldüğüm gündü. Babam sabah namazı esnasında hayata gözlerini yummuştu. Bunu da ilk fark eden ben olmuştum arkasında saf tutarken…

Başta ben olmak üzere, evimizde çalışanlar, komşularımız ve ilde yaşayan herkes o gün yetim kalmıştı. Çünkü o bir tek benim değil, herkesin babasıydı. Herkese kol kanat germeye çalışan, sevgisinden tutun da varı yoğu neyi varsa herkese dağıtan bir babaydı…

Tesadüf müdür hiçbir zaman bilemeyeceğim bir şey oldu o gün. Temmuz ayı olmamasına rağmen ağabeylerim bizi ziyarete geldi. Babamın ölüm haberi bu kadar hızlı yayılmış olamazdı. Tamam, herkes tanıyordu babamı ancak ülkemin bir ucundan bir ucuna ulaşabilecek ve çok hızlı bir şekilde yayılabilecek bir haber değildi bu.

O gün olaylar şöyle gelişmişti… Önce Batı’dan gelen ağabeyim ulaşmıştı bizim eve. Ancak kapıdan içeri girmiyordu. Yanına gittim, elini öptüm ve içeri girmesini söyledim.

“Hayır.” dedi ve devam etti, “Henüz zamanı değil…”

“Neyin zamanı değil?” dedim.

“Daha kardeşim gelmedi.” dedi.

İçimden “Kardeşi mi varmış?” diye geçirdim.

“Daha önce bahsetmemiştin ağabey…” dedim.

O sırada diğer ağabeyim göründü. Elindeki mektubu sallaya sallaya koşar adımlarla geliyordu.

“İşte geliyor!” dedi yanımdaki ağabey. Yüzünü bir tebessüm sarmıştı.

Çok şaşırmıştım. Ne yani, şimdi bunlar kardeş miydi? Nasıl olurdu? Çok farklı kutuplar, çok farklı yerlerde yaşayan insanlar kardeş olabilir miydi?

İkisi de “Kardeşimmm…” diyordu birbirine. Sarılıyorlardı. Sanki yıllarca susuz kalmış gibi, birbirlerine hasret kalmışlardı bu kardeşler. Gözyaşlarımı tutamadım. Ağlamaya başladım. İkisi de bana döndü.

“Neden ağlıyorsun bu mutlu günde?” dediler.

“Evet, gerçekten mutlu bir gün.” dedim. “Ama bu anı babam da görseydi daha mutlu olacaktım.” diye iç geçirerek devam ettim.

İkisi de yıkılmıştı sanki.

“Şeyh amcaya bir şey mi oldu?” dediler.

“Maalesef, bu sabah saatlerinde kaybettik…” dedim. Onları bu mutlu günlerinde üzmek niyetinde değildim. Ama bunu elbet öğreneceklerdi.

Evde babam için dualar ediliyor, hatimler indiriliyordu. Onları babamın odasında ağırlamak daha uygun olur diye düşündüm. Ben de bu sırada odamdan mektubu getirip okuyabilecektim. Ancak bir soru sormalıydım onlara:

“Nasıl öğrendiniz kardeş olduğunuzu?”

Bana mektubu gösterdiler. İkisine de aynı mektubu yazmıştı babam. Şöyle yazıyordu:

“Hayat, insana acımasız davranıyor bazen… Öyle ki kardeşlerden biri ülkenin en Batı’sındayken Doğu’daki kardeşine, kardeşlerden diğeri ülkenin en Doğu’sundayken Batı’daki kardeşine aynı öfkeyi duyabiliyor. Ortada hiçbir sebep yokken, ön yargılarıyla hareket ediyor iki kardeş…

Siz iki delikanlı… İkinizin de atası bir, anası bir; ceddi bir, nesli bir!

Haklı olarak, bugüne kadar neden bunu size söylemediğimi merak ediyorsunuzdur. Bunun makul cevabını ise evdeki delikanlıya bırakıyorum.”

Elimdeki zarfı açmak için sabırsızlanıyordum. Masanın üstünde kesici bir şey bulup açtım ve sesli bir şekilde okumaya başladım:

“Evlatlarıma…

Bu nasıl açıklanır bilemiyorum. Yıllardır düşmandınız birbirinize, şimdi de kardeş olduğunuzu öğreniyorsunuz. Öğrenmediğiniz bir şey daha var: Ben sizin atanızım. Yıllardır oğlum diye sakladığım genç de sizin öz be öz kardeşiniz…

Yıllar önceydi. Ülkemiz yangın yerine dönmüştü. İnsanlar farklı kutuplara ayrılmış, hem birbirlerini vuruyor hem de kendisine saf belirlemeyen insanlara baskı yapıyordu. Sizi o zamanlar yakından çok yakından tanıdığım iki farklı lidere emanet etmiştim. Onlar da eksik olmasın, size çok iyi bakmışlardı.

Yıllar geçmişti üzerinden. Ülkemizde olaylar durulmuş, artık kimse kimseyi öldürmüyordu. Ben de sizi arama yoluna gitmiştim. Uzun çabalar sonucunda buldum sizi. Çok şükür…

Ancak aranızdaki anlaşmazlığı görünce bir türlü cesaret edemedim kardeş olduğunuzu söylemeye. O yüzden yıllarca sakladım bu gerçeği…

Kendime burada yeni bir yuva kurduğumda, diğer kardeşiniz geldi dünyaya. O, artık size emanet.

Size vasiyetim, her fırsatta herkesin aslında kardeş olduğunu birbirinize ve çevrenize hatırlatmanız… Her yerde beraber dolaşın ki, herkes anlasın kardeş olmak ne imiş…

Allah yardımcınız olsun.

Hoşçakalın…”

 

Selam ve dua ile…

Ayhan Dönmez *

Tüm Yazıları →
Ayhan Dönmez

Ayrıca Bakınız

BİR KATİL NASIL DOĞAR (BÖLÜM 2)

BİR KATİL NASIL DOĞAR (BÖLÜM 2)

BÖLÜM 2 “TEHLİKELİ OYUNLAR, PAHALI OYUNCAKLAR” Saat 21:07’yi gösteriyordu. Çocuk, babasının yanına yaklaşarak: “Babacım, telefonunla …

DERGİDEKİ DİĞER YAZILAR



Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir