Prof. Dr. Mustafa Öztürk / Mardin Artuklu Üniversitesi
Temmuz ayında yaptığı bir açıklamada, iki Fransız okuluna, mevzuata uymadıkları gerekçesiyle yazı göndererek kendilerini uyardıklarını belirten Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, bu konu üzerinden belli bir kitlenin anlamsız bir tartışma başlattığını belirterek “Biz Cumhuriyet’le beraber Lozan Anlaşması’nı imzaladık ve Lozan Anlaşması’nda Cumhuriyetimizin kurucu kadrolarının altına imza attığı Türkiye’de yabancı okullarımız var. Bu okullarımızın her türlü eksiğini gidermek, bu okullara yardımcı olmak, Milli Eğitim Bakanlığı olarak o zaman metnin altına imza atan ve Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün taahhüdü.” şeklinde açıklamalarda bulunmuştu.
Bakan Tekin, Lozan’da verilen taahhüt gereği, yabancı okullara herhangi bir sıkıntı çıkarmadıklarını ve gereken desteği sunduklarını vurgularken çok önemli bir konunun altını çiziyordu. Bakan Tekin, Türkiye’de statüleri Lozan Antlaşması ile garanti altına alınmış 12 tane yabancı okul bulunduğunu, Lozan mektuplarıyla taahhüt ettikleri her konuda bu yabancı okullara yardımcı olduklarını, fakat çok enteresan bir biçimde Lozan mektuplarında bulunmamasına rağmen ve örneği ancak sömürge memleketlerinde görülebilecek şekilde, Fransa’nın izin almadan bu okullara iki tane daha ilave ettiğini söylüyordu. Bu da yetmezmiş gibi, bu okullarda sadece Fransız vatandaşlarına eğitim verileceği belirtilmesine rağmen öğrencilerin yüzde doksanı Türk vatandaşlarından oluşuyordu. Bakan Tekin, haklı olarak serzenişini dile getirirken, bu iki Fransız okuluna giden Türk vatandaşlarının devlet sistemine göre okullaşmamış olduğunu da sözlerine ekliyordu.
Bakan Tekin’in kamuoyuyla paylaştığı bu enteresan durum, aslında bir ülkenin egemenlik haklarının çiğnendiği anlamına geliyordu. Meğer Bakan Bey, müsteşarlık döneminde de bu iki okula resmî yazı yazmış ve kurallara uymalarını talep etmiş, ancak bir cevap alamamış. Okula defalarca müfettiş gönderilmiş, kapıdan içeri bile alınmamış bu müfettişler. Fransız büyükelçisiyle görüşülmüş, dişe dokunur bir şey çıkmamış. Fransızların bu pespâye cüretkarlığı karşısında verip veriştirmemek mümkün değil. Bakan Bey’in yaptığı da biraz böyle aslında. Üstüne üstlük durum bununla da kalsa iyi; okula devam eden öğrencilerin mağduriyeti var bir de. Bu okullardan mezun olan öğrenciler, MEB’in sisteminde görünmedikleri için bir denklikleri de olmuyor gayet tabi. Hal böyle olunca bakanlık kendi vatandaşıyla karşı karşıya gelmiş oluyor. Fransız okulu iyi, bakanlık kötü oluyor nihayetinde.
Yusuf Tekin’in, konuyu suhuletle çözmek adına Fransız büyükelçisiyle görüşmesinin üzerinden yaklaşık 10 ay geçmiş durumda. Fransız sefirin lutfedip Bakan’ın davetine icâbet ettiğiyle ilgili kamuoyuna yansıyan bir bilgi yok henüz. Bağımsız bir devletin egemenlik haklarını hiçe saymak anlamına gelen Fransızların bu tutumunun telafisi, Bakan Yusuf Tekin’in de işaret ettiği gibi, izinsiz açılan bu iki okula karşılık, mütekabiliyet esasına uygun olarak Fransa’da iki Türk okulunun açılması olur ancak.
Bu konu vesilesiyle gündeme gelen yabancı okullar meselesi, aslında bugünün bir problemi değil. Bu konu yüzyıllardan beri, özellikle de 19. yüzyıldan itibaren ülkemizin bağımsızlık haklarını tehdit eden bir konu hâline gelmiştir.
Kanuni dönemi kapitülasyonları kapıyı açtı
Yabancı okullar; yabancı devlet, kuruluş veya kişiler tarafından ülkemizde açılan okullar için kullanılan bir kavramdır. Kanuni döneminde Fransa ile 1536’da imzalanan kapitülasyon antlaşması, ülkemizde yabancı okulların açılmasına kapı aralayan gelişme olarak kabul görür. Güçlü bir devlet iken Osmanlı’nın lehine olan kapitülasyonlar, devlet güç kaybettikçe aleyhe dönmeye başlar. Fransızlara tanınan ayrıcalıklar zamanla genişletilerek diğer Avrupa ülkelerine de tanınır. Amerikan, İngiliz, Fransız, İtalyan, Rus ve Alman misyonerlerin önemli bir zorlukla karşılaşmadan, devletin her bir köşesinde okul açabilmesi söz konusu ayrıcalıklara dayanır. Misyonerler başlarda çok etkili olmasalar da, 1839’da Tanzimat’ın ilanından sonra işin rengi aniden değişir. Avrupa’nın baskısıyla Tanzimat Fermanı’nda gayrimüslim vatandaşlara tanınan ayrıcalıklar, misyoner faaliyetlerinin önünü biraz daha açar. Bundan dolayıdır ki, 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, o koca imparatorluk coğrafyasında misyonerlerin yabancı okul açmadıkları çok az yer kalmıştı. Yüzyılın sonlarında faal yabancı okul sayısı 920 civarındaydı. Misyonerler eliyle açılan okulların zamanla Osmanlı aleyhinde siyasi faaliyetlere girişmesi, bu okullardan duyulan rahatsızlığın temelini teşkil ediyordu. Devletin içine sürüklendiği iç karışıklıkların müsebbibi olarak görülen bu okullarda yabancı devletler, neredeyse hiçbir denetime tâbi olmadan, kendi politik çıkarlarına uygun faaliyetlerle insan devşiriyorlardı.
Yerden mantar biter gibi her yanda her yörede yabancı okul açılması şüphe çeken bir durumdu. Sadece Amerikalıların açtıkları okul sayısı bile 400’ü bulur. Bu okullar sözde Hristiyan nüfusun yoğun olduğu yerlerde dini eğitimi esas alıyordu; fakat okulların özellikle dönemin siyasi stratejisinin kalbinin attığı yerlerde yoğunlaşması şüphe çeken diğer bir husustu. Üstelik açılan okulların sayısı, okulun bulunduğu yerdeki gayrimüslimlerin nüfusuyla mantıklı bir orantıya da sahip değildi. 1894 yılında sadece Mamuratü’l-Aziz (Elazığ) vilayetinde 83 Protestan okulunun bulunması normal şartlarda çok mantıklı görünen bir yatırım değildi. Bu durum, yabancı okulların siyasi amaçlara ne kadar odaklanmış olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.
Yabancı okulların kritik dönemlerdeki olumsuz tutumları
Yabancı okulların gösterdikleri faaliyetlerin, dolayısıyla da gerçek amaçlarının Hristiyanlığı yaymak ile sınırlı olmadığını, devletin kritik zamanlarında takındıkları tutumlarda görmek mümkündür. Misyonerlerin sonradan yayımlanan raporlarında ve çeşitli yazışmalarında da apaçık görülen bu hakikat, yeri geldiğinde çok acı tecrübelerle teyit edilmiştir.
1863 yılında kurulan ve bugünkü Boğaziçi Üniversitesi’nin çekirdeğini oluşturan Robert Koleji, tarihimizdeki bu acı tecrübelerden birine aktörlük etmiş yabancı okullardan biridir. Robert Koleji’nin Bulgar ayaklanmasının planlamasının yapıldığı yer olduğu konusunda birçok araştırmacının ittifakı söz konusu. Robert Koleji’nin Bulgar milletini var eden, ona hayat veren bir kurum olduğunu söyleyen yabancı tarihçilerden Pears, “Tarihte Robert Koleji’nin Bulgaristan’ın hayatını etkilediği kadar, başka hiçbir okul tanımıyorum…” diyerek bu gerçeği ortaya koymuştur. Amerikalı siyaset adamı Gold ise “Robert Koleji olmasaydı, Bulgaristan olmazdı.” demiştir.
Tarsus, Fransızlar tarafından işgal edildiğinde, işgal kuvvetleri karargâhlarını bir yabancı okul olan Tarsus Koleji’nin karşında kurarlar. Bu durum Kolej’in, işgal boyunca Fransız birliklerine kritik bilgiler sağladığı ve işgal rehberliği yaptığı anlamına geliyordu. Milli Kuvvetler, bu görünmez anlaşmanın farkındadırlar ve bu yüzden Kolej’in müdürü Nilson’u kaçırırlar. Bunun üzerine işgal kuvvetleri, derhal misillemede bulunarak Tarsus’un ileri gelen eşrafından dokuz kişiyi Nilson ile takas etmek amacıyla tutuklarlar. Sonuç itibariyle, Nilson ve Tarsus eşrafından olan dokuz kişi takas edilirler.
Denetimlerin başlaması ve Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi
Yabancı okulların faaliyetlerinden iyice rahatsız olan yetkililer, izinsiz ve denetimsiz bir şekilde çoğalıp yaygınlaşan bu kurumları kanunlar marifetiyle kayıt altına almayı ve denetlemeyi iyice kafasına koymuştu. Bu amaçla, 1 Eylül 1869 tarihinde Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi geniş kapsamlı bir kanun çıkarılır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne kadar yürürlükte kalan Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi’ndeki 129. Madde, yabancı okulların etkili bir şekilde denetlenebilmesini düzenlemekteydi. Maddedeki en önemli başlık okulların ruhsat işlemleriyle ilgiliydi. Yapılan düzenlemeyle ruhsat almak epeyce zorlaştırılırken, ruhsatı olmayan yabancı okulların istisnasız bir şekilde kapatılması öngörülmekteydi. Okulun yapılacağı yerin özellikleri, okul binasının özellikleri, okulda çalıştırılacak kişilerin nitelikleri konusunda da oldukça sıkı yaptırımlar getiren kanun, bütün çabalara rağmen istenen sonucu sağlayamadı. Osmanlı toprağı olan Manastır’daki Kesriye’de Bulgar ahaliden hiç kimse olmadığı halde Bulgarların okul açmak istemeleri, Kudüs’te İngiliz-Protestan 232 kişi olmasına rağmen 339 öğrenci barındıran 6 okula ek olarak yedinci okulun açılmasına izin verilmesi gibi örnekler büyük umutlarla yürürlüğe giren nizamnâmenin pek işe yaramadığını ortaya koymuştur.
Öte yandan, Osmanlı Devleti’nin bu nizamnâmeyle yabancı okulları denetim altına almak istemesine yabancı devletler çok sert tepki vermişlerdir. Bu okullarda kullanılacak kitapların Osmanlı Devleti tarafından kontrol edileceğini öğrenen yabancı devletler, bunu siyasi bir kriz olarak lanse etme cüretine kapılarak siyasi nota bile vermişlerdir. Amerika ve İngiltere 1 Ekim 1895’te, Hollanda 2 Mart 1896’da, Belçika 27 Şubat 1896’da Osmanlı sefirini çağırarak yabancı okulların denetlenmesine karşı olduklarını aksi taktirde savaş çıkabileceğini bildiren birer ültimatom vermişlerdir. Bu devletlerden Belçika ve Hollanda’nın o tarihte Osmanlı topraklarında herhangi bir okulu bulunmamasına rağmen nota vermiş olmaları bir hayli manidardır. Bunu, “Haçlı ittifakının bir tezahürü” şeklinde okumak dışında bir seçenek yok galiba.
II. Abdülhamid’in yabancı okulları kontrol çabası
II. Abdülhamid, yabancı okulların denetimsiz, başına buyruk faaliyetlerinden epeyce rahatsızdı. 129. maddenin yayınlanmasından sonraki süreçte yabancı okulların sayısının azalması beklenirken artış göstermişti. Bu sebeple II. Abdülhamid çareyi 129’uncu maddeyi değiştirmekte bulur. 1885 yılında yaptırdığı değişikliklere göre, yabancı okullarda okuyan Osmanlı halkının çocuklarının öncelikli olarak Türkçeyi öğrenmeleri şart koşulur. Ayrıca okutulacak kitapların önceden Maarif Nezareti’ne bildirilmesi şartı getirilir. Okullarda giyilecek kıyafetlerin memleketin geleneklerine uygun olması da maddeye eklenen hususlar arasındadır. Okulların belirli aralıklarla denetlenebilmesi ve okullarda kurucu olan kişilerin ve görev yapacak kişilerin sicilinde güvenlik ile ilgili herhangi bir kötü sabıka kaydının bulunmaması da yabancı okullar için getirilen zorunluluklar arasına eklenir.
II. Abdülhamid bu ek maddelerle 129. maddenin sıkıntılı taraflarını düzeltmeye çalışsa da bunda pek muvaffak olamaz. Bunun üzerine II. Abdülhamid, bazı devlet yetkililerinden rapor hazırlamalrını ister. Bunlar arasındaki en ciddi rapor Zühtü Paşa’nın hazırladığı rapordur. Zühtü Paşa, zaman içerisinde bu okulların Osmanlı topraklarına nasıl kanserli bir hücre gibi yayıldığını, gizli amaçlarını, okuttukları öğrenci sayılarını, faaliyete geçme biçimlerini raporuna yansıtır. Zühtü Paşa, ulaştığı sonuçları başlıklar halinde ortaya koyar:
Osmanlı Devleti, yabancı okullarla ilgili işin başında hiçbir siyaset izlememiştir. Daha açık bir dille söylemek gerekirse Osmanlı, bu okulların istediklerini yapabilmeleri için onları görmezden gelmiş, göz yummuştur. Müslüman halkın yönetimle manevi bağlarını koparmak ve devleti her fırsatta zafiyete uğratmak yabancı okulların temel amacını teşkil eder. Devletin çıkarlarına ters düşen amaçlar silsilesine sahip olan bu yabancı okulların faaliyetlerine izin vermemek devletin acilen yerine getirmesi gereken bir sorumluluktur. Yabancı devletler, bu okullar sâikiyle çıkarlarına uygun düşünceleri benimsetmek için Osmanlı Devleti’nin basılmamış tek bir karış toprağını bırakmamışlardır. Bu okullar, dolaylı yoldan da olsa İslam dininin temellerini sarsmaya çalışmaktadır.
Günümüzdeki sorunlar Lozan’dan miras
Yabancı okullar, günümüzdeki hukuki statüsünü Lozan Mektuplarından almıştır. Lozan Antlaşması’nda “yabancı” eğitim kurumlarından hiç bahsedilmemesine rağmen, Lozan Mektupları’nda 30 Ekim 1918’den önce Osmanlı Devleti’nde mevcut yabancı okulların imtiyaz ve garantilerinin devam edeceği bildirilmiş ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu mektuplara, Lozan Antlaşması’nın bir maddesiymiş gibi bağlı kalmıştır
Açıkça anlaşılacağı gibi yabancı okullar meselesi, Lozan’da konuşulmamış, antlaşma maddeleri arasına girmemiş; ancak sonradan karşılıklı mektuplaşmalarla antlaşmanın içine alınmıştır. Oysa yapılması gereken, Yusuf Tekin’in iki Fransız okulu meselesinde işaret ettiği gibi, muhatap devlet eğer sonradan bir ayrıcalık talep ediyorsa bu ayrıcalık ancak karşılıklı bir şekilde, yani diplomatik ifadeyle “mütekabiliyet esasına göre” müzakere edilmeliydi.
mustafaozturk47@gmail.com