Ömer Lekesiz/ Yenişafaktan alıntıu
Filistin’de Yahudi işgalleri, Siyonazilerin Orta Doğu’da ABD-İsraili adıyla bir küfür kalesi inşa etme projelerinin (1917-1948) eşliğinde gerçekleşmişti.
Bugün itibarıyla varlığı kâğıttan ve cılız bir moraliteden ibaret olan Filistin devleti, ABD-İsraili’nin atadığı Mahmut Abbas’la garantili ve güvenli bir suskunluk içinde denetim altına alınmış, ardından ABD-İsraili’nin güvenliğinin korunması, yöneticilerinin unvanları krallık, emirlik, şeyhlik… olarak belirlenmiş devletçiklerin Londra eğitimli valilerine bir varlık şartı olarak dayatılmıştı.
Müslümanlar için bir peygamber, Siyonaziler içinse sadece siyasi bir figür olan Hz. İbrahim’in (as) adıyla bir anlaşmaya zemin oluşturan söz konusu şarttan, sadece Türkiye özelinden konuşacak olursak bizler de kısmen memnuniyet duyarız.
Çünkü en azından Filistinliler öldürülmüyor, direniş örgütlerinin silahlı eylemleri gereksizleşiyor, hasılı sözüm ona mutlu, huzurlu bir ortam doğuyordu.
Hem ne güzel Kudüs’ü de ziyaret edebiliyor; Kubbetüssahre’nin merdivenlerinde gülücükler içinde hatıra fotoğrafları çektirerek Filistin’deki varlığımızı belgeliyor hatta kimi zaman sonucu Kudüs’e gelmekten menedilmeye varan cezalara konu olsa da sadece birkaç ABD-İsrail askerinin duyabileceği şekilde sloganlar bile atabiliyorduk.
Bu ortamda İbrahimî anlaşmaların kendi varlıklarını güçlendirmesinden duydukları aşırı sevinçle –yaklaşık bin dört yüz yıl önce- Kaynuka Yahudileri’nin Medine’den sürülmelerine karşılık tazminat ödemeye yeltenen şeyh-valiler de siyasi oryantalleriyle medya sahnesini şenlendiriyor.
Öte yandan işgal eylemleri yerleşimci kelimesiyle yumuşatılan Yahudilerin, Filistinli bir çocuğu yakmaları, hemen her gün Babü’l-Esbat ile Babü’ş-Şam’da Filistinli gençleri sudan bahanelerle şehit etmeleri, kâğıt üstünde Filistin devletine aitmiş görünen el-Halil’de, Beytlehem’de… dahi Nazi usulü kamp tarzı uygulamaları… münferit vakalar olarak kabul görürken, onların Filistin mülkünü santim santim, oda da, ev ev, parsel parsel ele geçirmeleri İbrahimî anlaşmayla halli mümkün olabilecek küçük sorunlar olarak değerlendiriliyordu.
Bu sebeplerledir ki, olumlu sonuçları konusunda medyatik telkinlerle umutlu hale getirildiğimiz ve dolayısıyla en meşum olayları bile kanıksadığımız bu ortamda geliveren HAMAS’ın Yediekim Varlık Kıyamı, Filistin davası konusunda en şuurlu olanlarımızı dahi şaşkınlığa düşürmüş, daha açık söyleyişle abandone etmiş yani aptallaştırmıştı.
Bunun beraberinde ise “Siyonistlerin yeni bir İkizkule tertibiyle mi yüz yüzeyiz?”; “Nifakçı İran’ın ABD talepli yeni bir tezgâhına mı maruz kalıyoruz?”; “Batı ülkelerinin tereddütsüz olarak destekledikleri ABD-İsraili’nin karşısında HAMAS’ın gücü ne ki? Toprak ve can kaybından başka bir şeyi getirmeyecek bu kalkışmanın arkasında ne daha ne olabilir?” şeklindeki soru ve mülahazaların gelmesi normaldi.
Bunlar sorulurken ve tartışılırken HAMAS’ın Yediekim Varlık Kıyamı, sekizinci ayına ulaştı. ABD-İsraili eliyle bu sekiz ayda Filistin’de yaşatılan vahşetin -Kâfirler gibi sayıya indirgeyerek söyleyecek olursak- bilançosu “ağır” kelimesinin ötesinde bir terimle ifade edilmeyi gerektiriyor.