Tarihçi, Kabeyi tavaf ederken bir olay yaşadı, olayı şöyle anlattı: “Tavaf esnasında bizler Kabeye bakarken bir hacının aksi tarafa, şimdi yıkılmış olan Ecyad Kalesine bakıp ağladığını gördüm.
-Hacı! Mübarek Kabe burada, buraya dönüp ağlasana. Arkaya bakıp neye ağlıyorsun?
İç çekti, utanır gibi oldu, eliyle göz yaşını sildi:
-Ben Trabzon Akçaabatlıyım.Askerliğimi bu kalede yaptım. Hatıralarıma ağlıyorum.
“Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen” olan bir mazinin ve neslin son eserleri askerlerimiz,yiğitlerimiz…Ta Trabzondan kalkıp Mekkeye askerlik yapmaya gidiyorlardı. Sadece Mekkeye mi? Şimdi üzerinden yirmi küsur devlet çıkartılan Osmanlı Coğrafyasının her diyarına…
**********
Yaşı elliyi çoktan geçmiş adam, kendi yakın mazisinin hayali ve yaşadığı günün umutlarıyla evinden çıktı.İçinde kıpır kıpır olan gençliğinin melodileriyle adımlarının ritmini ayarlayarak gençliğinin heyecanını yaşadığı, ruhunun hamurunun mayalandığı mahalleye yürüdü. Gökdelenlerden, en azı sekiz katlı apartmanlardan sıyrılmaya çalıştı. Kesme taştan yapılmış merdiveni inip karşıki üç katlı binanın merdivenine tırmandığında gözüne açacağı kapının üzerinde bulunan numara ilişti. O numara hep oradaydı zaten:1975… İçinde bir heyecanın mırıltısı meşk yapıyordu sanki. Kapıyı açtı. Gececilerin, ayyaşların,kimsesizlerin mekan tuttuğu ahşap binanın kapısıydı bu. Kapıyı açtı. Zaten açıktı. Kapı aralığından önce yerlere baktı: Kıyıda köşede birkaç pis yorgan ve battaniye parçalarından, şişe ve enjektörlerden,naylon poşet artıklarından başka bir şey görünmüyordu. Ama o, yerdekileri pek önemsemedi. Karşıya baktı. Geniş salonun dip tarafına, salona hakim olan köşeye… Orada kendini gördü ve arkadaşlarını… İçindeki melodi diline düzen vermeye başlamıştı. Orada arkadaşlarıyla söylediği melodi:
Mücahit İslamın şehit ordusu
Ya şehit,ya gazi,onun arzusu.
Kar bora fırtına sükun bulacak,
Sana komünistler,sana siyonistler selam duracak.
Toplarıyla,tanklarıyla gelseler dahi;
Müslüman kalacak Türkün ülkesi…
Gözleri buğulandı. Şimdi eline mikrofonu almış heyecanla anlatıyordu:
“…Devlet ve milletinin 7 asırlık hayatında dört devre… Birincisi iki buçuk asır… Aşk, vecd, fetih ve hakimiyet… İkincisi üç asır… Kaba softa ve ham yobaz elinde sefalet ve hezimet… Üçüncüsü bir asır… Allahın, Kur’ân’ında ‘belhüm adal-hayvandan aşağı’ dediği cüce taklitçilere ve batı dünyasına esaret… Ya dördüncüsü? …. Son yarım asır! .. İşgâl ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde plânında kurtarıldıktan sonra ruh plânında ebedî helâke mahkûmiyet… İşte tarihinde böyle dört devre bulunduğunu gören… Bunları, yükseltici aşk, süründürücü satıhçılık, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi… Beşinci devrenin kapısı önünde nur infilâkı yeni bir şafak fışkırışını gözleyen bir gençlik…”
‘Kim var? ‘ diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert ‘ben varım! ‘ cevabını verici, her ferdi ‘benim olmadığım yerde kimse yoktur! ‘ fikrini besleyici bir dâva ahlâkına kaynak bir gençlik…
………………..
İşte bu gençliği, bu gençliğin ilk filizlerini karşımda görüyorum. Şekillenmesi, billurlaşması için 30 küsur yıldır, devrimbaz kodamanların viski çektiği kamış borularla kalemime ciğerimden kan çekerek yırtındığım, paralandığım ve zindanlarda süründüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allaha hamd etme makamındayım. Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil! Allahın selâmı üzerine olsun… Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes! Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!
Yanağına iki damla yaş aktı. Havaya kalkan eller, “Çağımız buhranda, kurtuluş İslamda” diyen diller aynı ruh ve manasıyla karşısındaydı. Kurtulur dil,tarih, ahlak ve iman, Görürler nasılmış,neymiş kahraman! Yer ve gök su vermem dediği zaman, Her tarlayı sular arkımız bizim… Bir avuç genç arkadaşıyla her tarlayı sulamaya and içmişlerdi.
Ektik ektik yetişecek Çoğu gitti azı kaldı. Bütün yollar birleşecek Çoğu gitti azı kaldı. Bütün yolları birleştirmeye and içmişlerdi. Kendi mazisiyle halinin muhasebesi içindeydi. Yapabilmişler miydi? Başarabilmişler miydi? Gençliği kurtarabilmişler miydi? Çağı buhrandan İslam’ı hakim kılarak kurtarabilmişler miydi? Kürsünün üstüne baktı: “AKINCILAR GELİYOR” yazıyordu. Yere bir daha baktı. Gördüklerinden tiksindi. Şiirin son dörtlüğünü terennüm etti: Bir gün anlaşılır şiir Çoğu gitti azı kaldı. Ekmek gibi azizleşir Çoğu gitti azı kaldı. Kapıyı usulca çekerek, hayaliyle baş başa, devasa apartmanların arasında henüz gelmeyen veya gelemeyen AKINCILAR’ı yeniden aramaya çıktı. Çünkü biliyordu ki, AKINCILAR olmayınca ve gelmeyince hiçbir şey “ak”lanamayacaktı. |