ZULÜM ÜTOPYASI
Yine bir yolculuk… Gönderildiğim dünyadan, ayrı bir ütopyaya doğru süratle ilerliyordu uzay aracım. Bu ütopyaya indirildiğimde“ Burası dünya değil mi?” diye sormuştum kaptana. Meğer ayrı bir ütopyaya gelmişiz. Oysa dünyaya o kadar benziyordu ki…
Gazetecilik mesleğimde o kadar çok yer görmüş, o kadar çok insanla konuşmuştum ki bugün size şeceresini döksem ayrı bir yazı hazırlamam gerekirdi. Ancak buraya geldiğim ilk saatten beri her insan prototipinin sanki birbirlerinin aynısıymış gibi tasarlandığını gördüm. İnsanların giyinişleri, tarzları, izledikleri, gördükleri ve hatta bakışları bile aynıydı.
Mesela bu gezegende, insanlar çeşitli programlara katılarak sosyal denek olduklarından bihabermiş. İnsanlara “Size birinci olursanız şu kadar para vereceğiz!” diye vaatler verilerek çeşitli deney yapılıyormuş psikolojileri üzerinde.
Ya da sokakta dolaşan insanlar hiç konuşmazmış. Ellerinde, telefonlara benzeyen garip ama ışık saçan nesneler taşırlarmış. İnsanlara, “Eğer bunu taşımazsanız ölürsünüz!” diye söyleyerek onları korkutmuş olacaklar ki insanların ellerinden hiç düşmüyormuş bu nesne…
Neyse… İsimlerinin yayınlanmasını istemeyen iki bilim adamı ile başlıyoruz konuşmaya. Onları X kişisi ile Y kişisi olarak adlandırıyorum:
- “Öncelikle şunu söylemek istiyorum. En başta söylediğiniz sosyal denek meselesi doğru mu?”
- “Sadece sosyal denek meselesi değil, diğer Healtphone (yaşam telefonu) meselesi de doğru. Çünkü insanları bu şekilde kontrol altına alabiliyoruz. Nerede olduklarını telefonlarına yerleştirilen çiplerden, ne yaptıklarını telefonlarının ön kameralarından rahatlıkla görebiliyoruz!”
- “Çok acımasızca…” diye mırıldanıyorum.
- “Zulüm ütopyamıza Hoşgeldiniz!” diyor Y kişisi.
Ve tam olarak başlıyor röportaj.
- “Ütopyanızın amacı nedir?” diye soruyorum. X kişisi şöyle diyor:
- “Amacımız, insanların bilinçlerindeki iç yapısını harekete geçirmek.”
- “İç nedir?” diye soruyorum.
- “Tamamen ilkel benliğe dayanan ve insanların sadece bir şeyden zevk almalarına yarayan yapıdır.” diyor.
- “Peki, ne zaman kuruldu bu ütopya?” diyorum. Bu kez muhatabım Y kişisi oluyor. O da şöyle cevaplıyor:
- “Aslında insanoğlu var olduğundan beri, bu ütopya herkesin içerisinde gizliydi. Ancak bunun açığa çıkma ve yayılma sebebi dünyanızdaki gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ve geri kalmış ülkeler içerisinde çeşitli terör örgütleriyle iç karışıklıklar çıkarmasıydı. Bu sözde gelişmiş ülkeler, sırf kendi çıkarları uğruna teröristler yetiştirdi. İnsanın içindeki kötülükten zevk alma hissi de bir teröristin içerisinde belirgin bir hal aldı.”
- “Yani bu ütopyanın temelleri, düşünme eylemini zevklerine kurban vermiş insanlar tarafından atıldı. Doğru mu?” diyorum.
- “Tam isabet!” diyor Y kişisi.
Biraz dışarıya çıkmak istediğimi söyledim. Bir haberci olarak çevreyi dolaşıp birkaç fotoğraf almaktı amacım. Bana dışarı çıkmamın benim için tehlikeli olacağını söyleseler de ben bir haberciydim. Bunu yapmalıydım.
Kapıdan adımımı atar atmaz, havanın gri bulutlarla kaplandığını gördüm. Her taraftan kötü sözler, bağrışmalar, yer yer yardım feryatları ve daha çok adlandıramadığım garip sesler işittim. Sanki insanlar konuşmayı unutmuş, sadece birbirlerine bağırarak çözüyorlardı problemlerini.
Sivil görünümlü insanların ellerinde silahlarla ve vücutlarında bombalarla üstüme geldiklerini gördüm. Önce neler olduğunu anlamadım. Sonra bir savaş oyununun ortasındaymışım gibi bir hisse kapıldım. Ya da gerçek bir savaştı gördüğüm, tam olarak bilmiyorum. Ama iki grup da çatışıyordu!
Hemen içeriye koştum ve beni derhal kendi gezegenime göndermelerini istedim bilim adamlarından. Hemen bizim üssü arayarak getirdiler uzay aracımızı. Son hızla, bir veda bile etmeden kaçtım o gezegenden. Arkamdan birisinin böyle dediğini duydum:
“İnsanoğlu, kendisinden kaçamaz. Tekrar bekleriz!”