İnsan içinde doğup çocukluğunun geçtiği, büyüdüğü ve uzun süre yaşadığı mahallesini neden terk eder? Herkesin buna vereceği farklı cevaplar vardır. Biz terk etme olayının sosyolojik yönü olan dikey yükselme üzerinde durmak istiyoruz. İnsan yaşadığı şehrin elverişsiz şartları karşısında daha elverişli şartların olduğuna inandığı yere gitmesi en doğal hakkıdır. Ekonomik zorunluluktan kaynaklanan göçler bu türdendir. Kültürel ve sosyal nedenlerde bu türden sayılabilir. Töre ve kan davası, hasımlık gibi. Aynı zamanda bunlar Osmanlı’nın iskân siyasetinin de bir gerekçesiydi. İnancının gereklerinin yerine getirilememesi de yer değişikliğinin önemli bir gerekçesidir. Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicreti bu kabildendir. İmkânların yetersiz olduğu yerlerden imkânların üretilebileceği yerlere hicret insanın fıtratında var olan bir olgudur. Bu durum sosyolojik bir yasadır. Yüce Rabbimizin de emridir.
Böyle genel bir girizgâhtan sonra üzerinde durmak istediğimiz asıl meseleye gelelim. Bu mesele popülaritenin, sosyal çevre değişikliğinin, şan ve şöhreti yakalamanın sonucunda ortaya çıkan bir durumdur. Bu durumu sanat camiasında, siyaset arenasında, akademik dünyada, ekonomik zenginliği yakalayanlarda, bürokraside, yazar-çizer ve hoca (!) takımında görmek mümkündür. Bir zamanların Yeşilçam filmleri bu meseleyi konu edinirdi. Anadolu insanı bu tipleri yermek için “Kestane kabuğundan çıkmış da kabuğunu beğenmemiş” derdi. Bu deyim, soyunu veya yetiştiği yeri, çevreyi hor görenler için kınama amacıyla söylenir. Etrafınıza baktığınızda bu tipleri her yerde ve her alanda görmek mümkündür. Çok uzaklarda aramaya da gerek yoktur. En yakınınıza ve yakınınızdakilere bakın, görürsünüz. Belli bir aşamadan sonra bu tiplere ulaşamazsınız. Telefonlarınıza bakmazlar, aradığınızı görseler “aman boş ver, işi varsa bir daha arasın” demeye getirirler ve size dönmezler. Cenazede, düğünde karşılaşırsanız gözlerini kaçırırlar. Göz göze geldiğinizde de ya kusura bakma aramışsın; fakat yoğunluktan dönemedim, nasılsın, çocuklar nasıl der, benden de sana ne cevabını alır da herkes bu cevabı verebilir mi? Gözlerini kaçıranlara “Benden kaçırdığınız gözleri gören Rabbim var” cümlesini kaçımız kullanabiliriz. Bu bir ahlak problemidir ve ahlak insanlığın ortak problemidir. Hocalarımız önce iman mı, ahlak mı konusunu tartışmışlar. Bir kısmı imanı öncelerken, diğer bir kısmı ahlakı öncelemişler. Benim aciz kanaatim de önce ahlak diyor.
Popülaritenin, şanın, şöhretin, büyülü dünyanın, kameraların efsunlu dünyasına kendini kaptıran isimler için Allah kurtarsın demek gerekmektedir. Bir mümin olarak gereken ikazları yaparsınız, dikkate alırlarsa ne ala, almazsa da kendi bilecekleri bir iştir. Bazıları şahsiyetlerini oturdukları koltuklardan veya büyülü ekranlardan aldıkları için çarklar tersine döndüğünde sudan çıkmış balığa dönerler. Selam verecek adam bulamazlar, zaten insanlar da bunların selamın ne alır, ne de selam verir. Özellikle politikacılar, sanatçılar, televizyon dünyasının figüranları bu durumu çokça yaşar. Bir gün efsun, büyü bozulur, her şey aslına rücû eder, bu tipler de kendi mahallelerine döner. Dönerler de sağlam dönmezler; hastalıklı tipler olarak dönerler. Tükenmişlik sendromu dedikleri de tam da budur. Kendilerini tüketmekle de kalmıyorlar, insanlığı, ahlakı, erdemi de tüketiyorlar.
Ne yapalım?
Bu tipler mevcut konumlarını, statülerini ve büyülü dünyalarını sevmiş ve o havaya kendilerini kaptırmış olsalar da bir mümin olarak uyarı görevimizi yerine getirmeliyiz ve bundan da vazgeçmemeliyiz. İnsanların özellikle de yetişmiş insanların kendilerini harcamalarına müsaade etmemeliyiz. Olumsuz örnekleri biz görüyoruz da acaba bizim mahallenin kaçkınları görmüyor mu?
Ömer Naci YILMAZ