Dünyanın bitmeyen uğraşlarından uzakta, derin düşüncelerin sessizliğinde, içimizde ‘’Ben gerçekten kimim?’’ sorusuyla yüzleştiğinizi düşünün.
Bu soru sadece felsefi bir soru değil, insan olmanın gereğidir. Bu soruyu çözmek, insanların rastgele bir hücre dizilimleri ya da evrimleşmiş hayvanlar olmadığı fikriyle başlar. İnsan İlahi bir Varlık tarafından amaç, niyet ve derinlikle var edildi sonucuna varır en sonunda. Bu anlayışın merkezinde, iç dünyamızın iç içe geçmiş dört ana temel üzerinde yapılandırıldığı görülür: Bunlar: Nefs (benlik), Rûh (ruh), Kalb (kalp) ve Akl (akıl) dır. Bunlar yalnızca soyut etiketler değil, içsel benliğimizin yaşayan, nefes alan bileşenleridir aynı zamanda. İnsan olarak algılarımıza, seçimlerimize ve nihayetinde Yaratıcı ile olan bağlarımıza rehberlik ederler.
Nefs: Ehayat mücadelesinde Nefs, genellikle özünde kötü bir şey olarak yanlış anlaşılmaktadır. Ancak gerçekte, o sadece benliğin ham kısmı, arzuların, hayatta kalma içgüdülerinin ve kişisel hırsın içsel itici gücüdür. Kur’an’ın bakış açısına göre Nefs statik değildir. Bir süreklilik içinde var olur. En olgunlaşmamış aşamasında ‘’Nefs-i Emmâre’’ egoya, dürtüye ve gaflete meyilli, hükmeden nefs’ dir. İnsan nefsi mücadele ve öz farkındalık yoluyla olgunlaştıkça ‘’Nefs-i Levvâme’’, yani kendini ıslah eden nefs haline gelir. Bu seviye ahlaki bilinç, pişmanlık ve tövbeye doğru içsel bir itki ile işaretlenen, ruhi olarak ilerleyen ve yükselen bir yoldur. En yüksek mertebesi ise, ‘’Nefs-i Mutmainnedir’’ ilahi hükümle barışık ve amacına uygun huzura ermiş bir nefstir.
Bu gelişim bir süreçtir, hiçbir zaman kendiliğinden gerçekleşmez. Yaşam boyu süren bir çaba, gayret ve mücâhede sürecidir. Her insan kendisini çelişkili yönlere çeken içsel ayartmalar, alışkanlıklar ve düşüncelerle karşı karşıya kalabilir. Dolayısıyla Nefs’in yolculuğu tek seferlik bir değişim ve dönüşüm değil, tekrarlanan, süregelen ve süregiden bir arınmadır. Ruh: Yaratıcının öğretileri istikametinde yol alıp deneyim ve seçimle şekillenirken, ego veya arzulardan etkilenmez. O Yaratıcımız tarafından insanın içine mükemmelleşen bir elementtir. Rabbimizin katından gelen, O’ nunla doğrudan bağlantılı, ilahi bir fısıltıdır. Bu, içimizde sezgisel olarak doğruyu yanlıştan ayıran, aşkınlığı arzulayan, güzelliğin varlığından tad alan ve Allah’tan ayrı uzaklaştıkça kederlenen ve karamsarlığa düşen bir parçamızdır.
İslam âlimleri Rûh ‘un insana haysiyet kazandıran ilahi bir cevher olduğunu söylerler. O ne bedenin bir parçası ne de tamamen aklın bir parçasıdır. İnsandaki o cevher gayb âlemine aittir, bu yüzden en büyük filozoflar bile onu tanımlamakta yetersiz kalırlar. Ancak onun varlığı ve alametleri hissedilir. Ruhsal olarak (dua, zikir veya tefekkür yoluyla) beslendiğimizde ruhumuz yükselir ve tüm varlığımız içimizde daha hafif hale geldiğini hissederiz. İşte bu an, insanın kar tanecikleri gibi atmosferde uçsız bir aleme doğru uçtuğunu hissettiği bir an olarak insana yansır.
Aydınlığın Koruyucusu olarak kalp
Genellikle “kalp” olarak tercüme edilir, insanın ruhani merkezidir. Modern psikolojinin aksine zihnin, bilincin merkezi organı olduğu kabul edilir. İslami düşüncesinde farkındalığın, niyetin ve dönüşümün merkezi Kalb’ tir. Kalb durağan bir parçamız değildir. Dinamiktir; aydınlanma (celb-i selîm) veya hastalık (celb-imarîz) özelliğine sahiptir. Onu maruz bıraktığımız şeylerden – düşüncelerimizden, arkadaşlarımızdan, alışkanlıklarımızdan ve manevi faaliyetlerimizden – etkilenir. Kur’an sık sık ‘’kilitli, örtülü veya katılaşmış kalple’’ ile ‘’canlı, zikirle ile yumuşamış ve aydınlıkla genişlemiş’’ kalplerden bahseder.
Kalp fiziksel olarak nasıl sağlıklı veya hasta olabiliyorsa, ruhsal olarak da öyledir. Mesela, Allah’ ın insanlar için yasakladığı hususlar (günahlar, sürekli dikkat dağıtıcı şeyler ve kibir) kalbi kirletir. Samimi ibadet, şükür ve ahlaki mücadele ise onu arındırır. Bu nedenle kalp, nefsin aşağılık arzuları ile ruhun yüksek özlemleri arasındaki savaş alanı haline gelir.
Teslimiyet içinde olan idrak olarak Akl,
Bu karmaşık tasarımda Akıl, sadece mantık veya IQ olarak değil, anlama, ayırt etme ve düşünme kapasitesi olarak işlev görür. Akıl sayesinde kanıtları tartar, sonuçları değerlendirir ve ahlaki kararlar alırız. İslam düşüncesinde akıl bizi hesap verebilirlik açısından sorumlu kılar. Ancak burada önemli bir ayrım akıl bağımsız olmadığıdır. Ona, vahiy tarafından rehberlik edilmesi gerekir. Seküler düşünce modellerinde akıl genellikle üstün görülür. Ancak, İslami düşüncede akıl ve vahiy iç içe geçerek omuz omuza birlikte çalışır. Akıl düşünür, değerlendirir, ancak ilahi vahiy gerçeğin kılavuzluğunu yapar, çerçevesini çizer. Vahiyden kopuk bir akıl her şeyi meşrulaştırabilir. Sınırsız, ölçüsüz ve kontrolsüz bir özgürlük insanı aklın ufuklarında egonun kör döngüsünde karanlık çıkmaz sokaklarda gezdirir. İman tarafından yönlendirilen bir akıl ise berraklıkla içinde Hak ve hakikatin yolcusudur. Gerçek (Hakikat) sadece entelektüel boyutta bir aklın anlayışı ve ürünü değil; rehberliğini vahyin sınır ve ölçülerinde hareket ederek ortaya koyan bir aklın eseridir.
İslami düşüncesinde hakikat, duygusal çatışmanın neticesi değildir. Aklın ve naklin düşünce bütünlüğü ile ilgilidir. Nefs ilahi kalıpta terbiye edildiğinde, Rûh bulanıklıktan kurtulur. Kalbin kapıları rabbine açık olduğunda ve Akıl idrak sahibi olup onun sınırlarını zorladığında, insan kendisiyle, başkalarıyla ve en önemlisi Rabbiyle barışık ve uyum içinde olur. Bu bütünleşme bir anda gerçekleşmez. Zikir, tefekkür, namaz ve ahlaklı yaşamla gelişir. Sevgiyle, hakikate, gelişmeye ve Yaratıcı ‘ya duyulan muhabbet ve yakınlaşma ile oluşur ve gelişir.
Bu ruhi iç mimariyi düzenleyen ve dizayn eden Allaha bağlılık, O’na olan sevgi, saygı ve yakınlıktır. Bu, her insanın özünde kodlanmış bir yapıdır, insanın fıtrat yuvasına dönüşü için bir merkez ve yol haritasını ihtiva eder. Bu tasavvur, gönül âlimleri İmam Gazzâlî ve İbnü’l-Kayyum El Cevziyye anlayışı ve anlatışıyla böyle şekillenmiştir.
İki büyük İmamın düşünce diyalektiği, anladığı, anlattığı ve anlamlandırdığı akıl, kalp, ego kavramları üzerindeki düşünceleri kendi iç dünyamız olan özümüze dönmemiz için bize yol göstermekte ve rehberlik etmektedir. Bu iki İslam düşünürü büyüklerimizin eserleri İnşallah Şanı Yüce Rabbimizi daha iyi tanımamıza ve O’na yakınlaşmamıza vesile olacağına inanıyorum. Rabbim bizleri Kur’an ve Sünnet yolu olan İslam’ın yolundan ayırmasın.
Fatih Altunbaş