…Hak vaki olmuş, tahta geçme sırası ona gelmişti. Etrafı aç kurtlarla çevriliydi. Bu kurtlar da içeride maşalar elde etmiş onun etrafını hem içeriden hem dışarıdan sarmışlardı. Daha tahta geçer geçmez Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kaldı. Artık bir meclis vardı. Yetkileri sınırlandırılmıştı…
İktidar olmuştu ama muktedir olamamıştı henüz. Çünkü darbeci hainler ortada kol geziyordu. Bu it sürülerini ortadan kaldırmak gerekiyordu. Mithat Paşa ve avenesini bu milletin etrafından uzaklaştırmak gerekiyordu. Aslında onlara yapılması gerekenler belliydi. İpi boyunlarına takıp milletin önünde sallandırarak hak ettikleri belaya gark etmek gerekiyordu. Ama Sultan Abdülhamid böyle biri değildi… Kendi milletinden olan insanların kanını dökmek onun kitabında yoktu. O onlara hain bile demiyordu, gafil diyordu. Ona göre onlar aklını başkalarına kiralayanlardı. Ama o kan dökmedi…
Abdülaziz’in katilleri olan, darbeci Mithat Paşa ve avenesini Taif’e sürgüne gönderdi. Ama o hain adam Mithat Paşa gittiği yerde rahat durmayıp İngilizlerle temasa geçip birlik olunca Abdülhamid onun sürgün kararını iptal etti ve paşa idam edildi…
Bu darbeci hainler devletin etrafından uzaklaştırdıktan sonra Abdülhamid artık dizginleri eline almaya başlamıştı. Ama yalnızlığını biliyordu. Kurtlar sofrasının ortasında tek başınaydı. 30 sene boyunca tek başına mücadelesini sürdürdü.
Herkesin bu topraklarda gözü vardı. Bu topraklarda enerji, petrol ganiydi. Haliyle emperyalist devletler buralara kadar geleceklerdi. Bunları tek başına idare etmek gerekiyordu…
Öyle bir dönemde devletin başına geçmişti ki Abdülhamid, hem devletin hakim olduğu yerlerde azınlık sorunları vuku bulmaya başlamıştı hem de aç kurtlar Kuzeyden Batıdan geliyorlardı. İşi kolay değildi. Bu ortamda hiçkimsenin dikkatini çekmeyen hamleler yapması gerekiyordu, herkesi idare etmenin yollarını bulması lazımdı. Attığı her adımda bir taşla iki kuş vurmanın yollarını araması gerekiyordu…
Bir yandan Ruslar sıcak denizlere inmenin derdindeydi. Ama İngilizler de buna sıcak bakmıyor, buna göre politika üretmek istiyorlardı. İngilizler de Orta Doğu’ya gelip petrol bölgelerini yavaş yavaş ele geçirmenin derdindeydi. Her gözü aç emperyalist devletin burada gözü vardı.
Sultan Abdülhamid de müthiş bir denge politikası izleyerek, her devletin dikkatini başka bir yöne çekmeye çalıştı ve bunda da başarılı oldu. Söz gelimi Hicaz Demiryolu ihalesini Almanya’ya vererek Almanya’nın desteğini aldı. Tabi bu durum İngiltere’yi oldukça rahatsız etti. Öyle ki bu yollar İngiltere’nin sömürge yollarıydı. Almanya da bu fırsatı kaçırmamak için Osmanlı’yı himaye eden bir politika izledi. Haliyle de İngiltere ile Almanya bu konuda karşı karşıya geldi…
Abdülhamid bu yolla iki kuş birden vurmuş oluyordu. Hem başka bir devleti araya sokarak düşmanla direkt muhatap olmanın yollarını kesiyor hem de Hicaz Demiryolu’nu hayata geçirerek Hac süresini bir haftaya indiriyordu. Halifelik sıfatını kullanma etkisi de artmış oluyordu…
Ya Kudüs konusunda attığı adımlar! Paha biçilemez. Kudüs eğer bugün paylaşılamayan bir kimliğe sahipse bunun en büyük nedenlerinden biri Abdülhamid’dir. Oraya birçok devlete kilise vb. ibadet yeri yaptırmış ve bugün o devletlere pay hakkı vererek paylaşılamayan, çözüme kavuşturulamayan bir bölge inşa etmiştir. Bu konu o gün için muazzam bir politikadır. Çünkü devletin gücü malumdur, elimizden gelen bu olmuştur, Abdülhamid de onu yapmıştır…
Abdülhamid’in devlet yönetme siyasetini daha derinden öğrenmek için Şevki Karabekiroğlu’nun muazzam eseri PAYİDAR’ın 175-234 sayfaları arasını okuyabilirsiniz. Biz konumuza kaldığımız yerden devam edelim…
Devam edecek…
İBRAHİM YAVUZ