Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı tarihinin en müstesna padişahlarındandır. Osmanlı Sultanları içinde en uzun süreli görev yapanlardan biri olması nedeniyle dönemin iç ve dış olayları karşısındaki tavırlarıyla dikkati çekenlerin başında gelmektedir. Tahtta bulunduğu 33 yıl boyunca adeta diken üzerinde yaşamıştır. Saray hayatına dair yaşadıkları, gördükleri onun gelişiminde ve şahsiyetinin oluşumunda etkili olmuştur. Bazılarının vehimli olmakla itham ettikleri Sultan’ın bu yönü belki de bildikleri ve gördükleri karşısında aşırı temkinli davranmasını beraberinde getirmiştir. Özellikle amcası Abdülaziz’in bir suikasta kurban gitmesi, onun saray hayatını çok temkinli yaşamasında en önemli faktör olmuştur. Temkinli bir saray hayatı yaşamasında ve temkinli bir yönetimde ne kadar da haklı olduğu çok geçmeden anlaşılmıştır. Özellikle diplomatik zekâsıyla; Avrupa ile olan ilişkileri başarılı bir şekilde sürdürebilmesi mümkün olmuştur.
Filistin konusundaki hassasiyeti ve bunu muhafazadaki kararlılığı, düşmanlarının kin ve garezini oldukça artırmıştır. Her defasında ret cevabını alan Yahudiler ve Siyonistler, taleplerini karşılama konusunda Abdülhamid’i aşamayacaklarını anlayınca İttihatçılarla işbirliği yapmışlardır. Abdülhamid’e milyonlarca altın liraya yaptıramadıkları işleri, İttihatçılara 400 bin altın liraya yaptırmışlar ve bunu iftihar vesilesi sayarken İttihatçıların bayağılığını ve rezilliğini de ortaya koymuş oluyorlardı.
Hayatı boyunca en fazla ihsanda bulunduklarından en ağır ithamlara ve iftiralara muhatap olması hüznünü daha da artırmıştır. Ermeni suikastına maruz kalması, tahttan hal kararının bildirilmesi için gelenlerin arasında Yahudi ve Ermenilerin bulunması, İstanbul’dan ayrılmak zorunda bırakıldığında yanlarına bir tek çamaşır bile almalarına müsaade edilmemesi ve acı veren daha nice olaylar onun çocukluğundan beri gelen hüznünü daha da artırmıştır.
Peki, Abdülhamid nasıl bir sultan idi? Üstadımız Mustafa Armağan’ın ifadesiyle; sayfanın yalnız ön yüzünü değil, arka yüzünü de okuyabilen, dağın karanlık tarafını da görebilen, atacağı adımın birkaç hamle sonrasında nereye varacağını görerek hareket edebilen ve en önemlisi de bütün bu adımlarda inisiyatifi elinde bulunduran bir kafa yapısına sahipti. Cumhuriyeti kuran kadroların tamamı onun açtığı okullardan yetişmişti.
Abdülhamid İttihatçılar gibi davranamazdı, davranmadı da. Atalarının sorumluluğunu daima omuzlarında hissetmiştir. Eğer böyle olmasaydı, o da İttihatçıların yaptığını yapar, bir İstimbot’a binip istediği Avrupa ülkesine pekâlâ kaçabilirdi. Ama o, ittihatçı değildi, Abdülhamid idi. O yüzden Abdülhamid olmak zordu. Ölünceye kadar da dedelerinin sorumluluğunu üzerinde hissetmiştir. Armağan hocamız, II. Abdülhamid’in Selanik’ten İstanbul’a nakliyle ilgili şöyle bir bilgi aktarmaktadır:
1912’de Selanik’teki sürgünden, Alman İmparatoru’nun özel olarak gönderdiği Loreley adlı savaş gemisiyle İstanbul’a dönerken, İttihatçılardan kaçmak için bulunmaz bir fırsat geçmişti eline. Geminin Alman komutanı, devrik sultanın huzuruna gelerek selam vermiş, İmparator II. Wilhelm’den kendisini istediği yere götürmek için emir aldığını ve nereye gitmesini emir buyurduğunu sormuştu. “Çek Baltık denizine!” demiş olsaydı, Fethi Okyar’ın da dediği gibi engel olacak hiçbir güç yoktu.
Abdülhamid Han, bozuk tasavvur sahiplerinin seslerini yükselttikleri bir zaman diliminde ülkeyi yönetmiştir. İşte bugün, milletimizin Abdülhamid’le ilgili bilgilerinin neredeyse tamamı, bu bozuk düşünceli insanların söylemlerinden ibarettir. Bizler değerlerimizi, değerlerimize küfredenlerden öğrenemeyeceğimiz gibi, tarihimize yön veren müstesna şahsiyetlerden Abdülhamid’i de ona hakaret edenlerden öğrenecek değiliz.
Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi “Tarihteki baş dostumuz” odur. “Baş düşmanımız” kim mi?” Sultanın düşmanı kimlerse onlar…
Tanımadığımız birini doğru anlamamız mümkün değildir. Tanısaydık daha çok severdik. Burada Hz. Ali Efendimize atfedilen bir sözü sizlere hatırlatmak isterim: “İnsan tanımadığına hasımdır.“
Hakkıyla tanıyamadığımız ve anlayamadığımız Abdülhamid’i yeniden tanır ve anlarsak, tarihimizi yeniden sağlıklı bir şekilde değerlendirme fırsatı bulmuş olacağız.
Hünkârım!
Vefatının yüzüncü yılında sizleri rahmet ve minnetle anıyorum. Rabbimiz cennetinde buluştursun.
Ömer Naci YILMAZ