HAYAL Mİ HAYAT MI
‘Başlık çok fevri olmuş, bunu daha yumuşak çizgilerle ayıramayız mı?’ diye sorabilirsiniz. Ya da ‘Tam yerinde bir başlık, yazının devamı nedir acaba?’ diye de düşünebilirsiniz. Ne düşündüğünüzü bilmiyorum. Sonuçta biz yazarlar kahin veyahut telepat değiliz. Psişik güçlerimiz pek güçlü sayılmaz ancak hissiyatlarımızı topluma sözlü olarak haykıramadığımız için kalemlerimizi sizlerin zihninize bir ayna gibi tutmayı adet edinmişizdir kendimize…
Başlayalım yazımıza o halde; önce çuvaldızı kendimize batırarak tabi ki…
Kafamda olan soruları bir kağıda yazmak bana meşakkatli geleceğinden beyin fırtınası tekniği yardımıyla zihnimi yokluyorum… Kafamda renk renk, çeşit çeşit sorular beliriyor. Mesela bunlardan biri;
Hayallerim bana ne kazandırdı?
O kadar çok şey borçluyum ki hayallerime…
İşler kötüye gittiğinde sığınacağım imgeler oldular, iyiye gittiğinde ise bir motivasyon kaynağı…
Yeri geldi bir kılavuz olarak kullandım, yeri geldi geçmişi yad etmek için kullandığım fotoğraf makinesi…
Soru 2: Belki de hayallerimizdir bizleri hayatta tutan?
Evet, beyin fırtınası kaldığı yerden devam ediyor. Bu da bir ihtimal dahilinde tabi, ancak şunu söylemekte fayda var. Hayaller coşkulu sulara benzer, o suya kendisini fazla kaptıranın akıbeti yüzme yeteneğine bağlıdır. Eğer o kişi, dalgalı denizlere boyun eğdirebiliyorsa, hayallerini hayatına çevirmeye aday kişilerdendir. Ancak bunu başaramıyorsa, dalgasına kapıldığı denizlerde yaşam mücadelesi verecektir…
Öyle bir varlıktır ki insanoğlu, yıllar önce yapamadığı şeyleri şimdi kolaylıkla yapabiliyor. Ancak bunu yaparken –kendi hırslarından da beslenerek- diğer canlılardan feyz alıyor. Bunu şöyle açıklayabilirim:
Mesela bizim ilk öğretmenlerimiz balıklardır. Onlardan feyz alarak öğrenmişizdir yüzmeyi… İkinci öğretmenlerimiz ise yerkürede yaşayan dört ayaklı canlılardır. Çünkü atalarımız, onların üzerinde katetmiştir milyonlarca kilometrekarelik alanı… Ve üçüncü öğretmenlerimiz kuşlardır. Onlara imrenerek uçmayı denemişizdir. Onların kanatları arasında bulmuşuzdur uçmanın anahtarını…
Hikayelerimizde gördüğümüz uçan halı motifi bile biz insanoğlunun yüzyıllar önce ne kadar hayalperest olduğunu gösteriyor. Şimdiki hikayelerimizin konusu ise ‘uzay ve derinlikleri’ olduğuna göre, gelecek yüzyıllarda benim yerime yazacak olan yazar, tıpkı benim gibi geçmişini yoklayacaktır. Kendisini muhtemelen uçan arabalara benzetecektir, ancak bundan eminim ki ne olursa olsun hiçbir şeyin azmetmeden kazanılamayacağı görüşünden kopmayacaktır!
Bir şeyleri yapmaktan vazgeçiyorsak eğer şu soruları vicdan terazimizin iki kefesine de koymalıyız: ‘Neden vazgeçiyoruz?’ ve ‘Neyden vazgeçiyoruz?’. İkisi de eşit geliyorsa kefelerin, o
zaman doğru yoldayız demektir. Peki, ya eşit gelmiyorsa terazi? Vazgeçme nedenimiz, vazgeçtiğimiz şeyin değerini karşılamıyorsa? Bu soruların sırrı bende değil, zamanın akışında gizli…
Giz veya sır kelimeleri bende mürit-mürşit ilişkisini uyandırıyor… Sanırım, tasavvufa olan ilgim bana bu kelimeleri çağrıştırıyor…
Kendi müridinden bir şeyler gizleyen bir mürşit düşünün. Bu mürşit, müridini hak kapısında bekletip, herhangi bir kilide sahip olmayan batıl kapısına mecbur kılıyor. Unutulmamalıdır ki batıl kapısı çok güvensizdir. Çünkü içeriye kimlerin girip çıktığı belli değildir. Tıpkı yıllar önce terk edilmiş bir han gibi, içeride her türlü kötülüğü barındırma tehlikesiyle varlığını devam ettirmektedir batıl kapısı…
Herkesin bir mürşit olduğu kanaatindeyim, bununla birlikte herkesin birer müridi olduğunu düşünüyorum. Siz, müridinizi nerede bekletirseniz, gidip onu oradan almak zorundasınız. Çünkü mürit yol bilmez ancak siz mürşitleri birer imtihana sokarak yeni yollardan geçmenizi sağlar. Yani size bir hayat tecrübesi kazandırır.
Hayat tecrübeleri ile yeni hayaller inşa edersiniz. O hayalleri hayata geçirebilmek için uğraşırsanız hayallerden bağınızı koparır ve özgür bir hayata merhaba dersiniz!
Unutmayın, her insan muhakkak bir gün ölür…
Unutmayın, hayal ile hayat arasında bir harf ölçüsü kadar fark vardır…
Hayallerinizin, hayatınız olması dileğiyle…