Arif Altunbaş
İnsanlık imanla inkâr, itaatle isyan, iyilikle kötülük, Hak ile batıl, hakikat ile yalan arasında bocalayıp durmaktadır. Yeryüzünde kıpırdayan hiçbir yaprak, meydana gelen hiçbir olay kendiliğinden olmaz/oluşmaz. Onu hareket ettiren ve ettirecek olan sebepleri yaratan bir Allah vardır.
O, insanları uyarmak, düşündürmek, imtihan etmek bu dünyanın geçici, kalıcı olanınsa öte dünya olduğunu hatırlatmak için peygamberler ve kitaplar göndermiştir. İnsanları sapkınlıktan, saplandıkları kötü ahlak ve yollardan kendi yolu olan İslam’a yönelmeleri için insana iyi kötüden ayırma melekesi vermiştir.
İnsan ne yaparsa, nasıl yaparsa, kimin için ve kimlerle birlikte yapar ve hareket ederse niyetlerine ve yaptığı işlere göre rabbimiz katında değerlendirilir. ‘’ Kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onun mükâfatını, kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.’’ (Zilzal,7-8)
İnsan ne yaptı ve yapacaksa; mutlaka onun iyi ve kötü olarak karşılığını görür veya görecektir. Kimsenin yaptığı kendi yanına kalmaz. Mutlaka ondan hesaba çekilecek, sorgulanacak ve yaptığının karşılığı iyilik ve kötülük olarak kendisine dönecektir.
İnanan düşünen, tefekkür edenler için depremler gibi tüm felaketler insanlığa ders ve öğüt ve ibrettir. Onu sadece yıkım, felaket, acı, ıstırap, karşı konulmaz bir felaket karşısında insanın düştüğü acizliği, çaresizliği olarak görmek yeterli ders değil. Birçok uyarıcı, uyandırıcı, düşündürücü meseleleri bize hatırlatan bir ders olarak anlamak depremin sebep ve neticelerini daha iyi kavramak demektir.
Allah her vesile ile güç sarhoşluğunun rüzgârına kapılıp ona teslim olan insanın inandığı ve teslim olduğu gücün üzerinde bir de ilahi bir gücün olduğunu çeşitli vesilelerle hatırlatır insana. Deprem de onlardan birisidir. O gücün insanı ve kâinatı yoktan var eden Allah olduğuna insan ancak güvendiği dayandığı güçlerin acizliğini gördüğünde anlar onu.
Çaresizlik ve tükenmişlik; mağlubiyeti, mağlubiyet de teslimiyeti, inkâr ve isyanı öne çıkarır. İnanan insan acizliğini her zaman bilir ve anlar. İnanmayan da acze düştüğünde tükenmişliğin içinde bocalar durur. Birisi kul olarak tabii bir anlayışın eseri, diğeri çaresizliğin faturası olarak insana yansır.
İnanan insan şükür ve tevekkül peşinde koşarken, inanmayan insan da küfür ve inkârında kâfirleşir. İnsan, her dem felaketler ve belalar karşısında insan olarak sınanıyor, deneniyor ve imtihan oluyor.
Bu imtihanların olmasına zemin hazırlayan da insanlar olarak biziz En çürük zeminlerde, en kötü malzemelerle, inşaat yapan, doymak bilmeyen aç gözlülükle kazanma hırsına kapılan, İslami ve insani değerleri hiçe sayan insan böylece kendi kaderini de kendisi yazıyor. Kendi yaptıkları hata ve yanlışlarla kendi eliyle kendi ayaklarına sıkıyor. Kendi eliyle kendi mezarını kazıyor, kendi cehennemine yakıt taşıyor.
Dere kenarlarında su baskınları olacak yerlere, heyelan bölgelerine, depreme dayanıksız yumuşak zeminlere, felaketlere davetiye çıkaran yerlere ve zeminlere yapılaşma yaparak bizzat insan kendi kendine düşmanlık yaptığını başına felaketler yağınca anlıyor. Ama iş işten geçtikten sonra.
İnancı zayıf, doğruluk ve dürüstlükten uzak olan insanlar kendi eksiklik ve hatalarını göremeyen, görmek istemeyenler de başlarına gelen musibetlerden kendilerini değil, devleti ve başkalarını suçlayıp sorumlu tutarak hata üstüne hata yapıyorlar.
Düşünen insan için bu felaketler bize; ‘’dünya kadar malın mülkün paran pulun servetin olsa da; onlara güvenip şımarıklık yapma, haddi aşma, kibirlenip böbürlenme, fakiri fukarayı, göçmeni, yoksulu, çaresizi hor görme, horlama bütün servetini otuz saniyede bir anda bir depremle kaybedebilir, sen de göçmenler gibi hor ve hakir gördüklerin gibi çadırda yaşayan bir mülteciye, sokakta evsiz barksız gezen bir garibana dönebilirsin’’ gerçeğini hatırlatıyor. Anlayan insana.
En lüks evlerde kalan, en pahalı arabaya binen, en zengin sofraya oturan, yine de karnı doymayan veya yiyecek beğenmeyen, malının mülkünün hesabını bilmeyen bir insan bir anda cami önünde veya sokakta dilenen bir yoksulun durumuna düşebileceği konusunda bizleri rabbimiz felaketler ve deprem dersiyle uyarıyor.
Böyle kesat bir zamanda hırsızların, yalancıların, menfaat avcılarının, şeref ve namus yoksunlarının bu felaketleri fırsat ve ganimet bileceğini de rabbimiz bize ders ve ibret olarak yaşatıyor. Herkes can derdinde iken bazı şerefsizler de bir şeyler çalma derdinde olabiliyor. İnsan böyle aciz ve böyle adi bir mahlûk işte…
Depremlere ve diğer felaketlere felaket tüccarı gözüyle değil de; ibretler, öğütler, nasihatler ve dersler çıkarmamız gereken hadiseler olarak bakmak en doğru ve akıllı bir bakış olur. Kendimizden kaynaklanan hata ve eksiklerin acı faturalarını başkalarına yüklemek kadar aymazlık ve mesuliyetten kaçmak kadar sorumsuzluk olmaz.
İnsan, ne yaparsa kendisine yapar. İnsanın, en büyük düşmanı kendi eliyle kendine verdiği zarar ve ziyanlardır. Allah hiçbir kuluna zulmetmez ve zarar vermez. Maalesef insan, kendi cinsinin ve yaratılan her şeyin kurdu ve düşmanıdır.
Arif Altunbaş, Haber 7 ‘den alıntı