Yunan ahlakı ve kültürü, Roma hukuku ve askeri sistemleri üzerine kurulan batı medeniyeti her haliyle çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun ibret verici sahnesi durumundadır.
İnsan eşyanın, maddenin gücü karşısında tüm kontrolü kaybetmiş, insani duygulardan uzaklaşarak nefsin azgın sularına teslim olmuş, bir saman çöpü gibi akıntıya kapılmış kontrol dışı sürükleniyor.
Hızla insan insanlıktan çıkıyor.
İnsan süratle hayvanlaşıyor, hatta hayvandan da aşağı dibe vuruyor.
İnsan, dinden uzaklaştıkça insanlık erdemlerinden de uzaklaşıyor.
İbadethaneler birer nostaljik tarihi, kültürel, adet ve geleneklerin hatırlanmaya çalışıldığı dini ritüellere dönüşmüş resmi tapınaklar durmunda. Belki de ruhi derinlikleri olmayan psikolojik terapi merkezleri, stres savan ümit kapılarına dönüşmüş.
Din hayattan bir parça olmuş, hayat dinden bir parça değil. Dini bizim hayatımız kontrolüne almış, hayatımızı din değil. Yüzeysel bir dindarlık, riyakarlığı, iki yüzlülüğü besleyen içinde bir ruh olmayan tanrısal bir tapınak haline getirmiş.
İnsanı kontrol eden ilahi güç ve emirler değil, insan ilahi gücü kontrol altına almaya çalışan ve böylece kendi nefsine esir düşmüş insanlık arenasındaki dişleri sökülmüş bir aslan.
Aciz ama güçlü, çaresiz ama saldırgan, korkak ama ahmakça bir cesareti yüklenmiş gözlerle türübünlere bakarak imdat çığlıkları atan ve uçan kuştan medet uman bir vaziyette celladının gözlerinin içine baka baka eriyen bir kurban.
İnsan belki de hiçbir çağda bu kadar kendi katili, bu kadar kendi kurbanı olmamıştır. Kendi cinsine karşı bu kadar hain, kalleş, acımasız ve saygısız davranmamıştır.
Bir yanda insanlık değerleri için savaşan insan, bir yanda insanlık değerlerine karşı savaşan insan hiç olmadı. Aynı yürekte, aynı anda hem savaş ve barış’ın, hem ateş ve suyun, hem de insan ve şeytanın kontrolüne girmedi.
İnsan nasıl aynı anda merhametin yüreği ve aynı anda vahşetin öznesi olabiliyor?
Bir yanda en çılgın ölüm makinalarını şehvetine teslim olan insan, öbür yanda barış ve kardeşlik için yanıp tutuşan, savaşan insan nasıl olabiliyor?
İki yüzlülük çağımızın en salgın hastalığı, en öldürücü virüsü.
Batı medeniyeti ve insanı hem kendine, hem de Allaha karşı ikircikli davranmayı hayat tarzı haline getirerek adeta münafıklığın imparatorluğunu kurmuş durumda.
Doğruluğun eğrilik, dürüstlüğün yalancılık, ciddiyetin sululuk, dindarlığın dinsizlik, namusluluğun namussuzluk gibi anlaşıldığı, yadırganıp dışlandığı, hayat tarzı haline dönüştüğü bir tarihi insanlık kaç defa yaşamıştır?
Bir babanın kendi küçük çocuklarına tecavüz ettiği, bir dedenin daha akil baliğ olmamış torunlarını hamile bıraktığı ve toplumunda bu olayların günlük adi birer vakıa gibi karşılanıp geçiştirildiği nerede ve hangi tarihte görülmüştür?
Batıda toplumunda papazların tecavüz ettiği, kirlettiği çocuklar yüzünden Papanın yüksek sesle; ’’Romalılar bile Hıristiyanlığa bu kadar zarar vermemiştir’’ diyerek isyan ettiren, kendi meslektaşlarını bu denli açıkça suçlayan bir zamanda yaşıyoruz.
Malın mülkün, makamın mevkiin, şöhretin şehvetin teslim aldığı insan vahşet ve dehşet toplumları oluşturarak şeytan bunlar vasıtasıyla imparatorluğunu daha güçlendirmekte. Batı medeniyeti bu yönüyle şeytanın medeniyeti olmaya çoktan hak kazanmış bir alçaklığın zirvesini bağrında barındırıyor.
İnsan nefsinin esiri olarak vahşetin zirvesine oturmuş kendi egosuna ve putlarına tapınmayı medeniyetin zirvesi sanıyor.
Arif Altunbaş