Ebrehe’nin, Kâbe’yi yıkma girişiminden 50 gün kadar sonra Cihan’ın Güneşi Hz. Peygamber dünyaya geldi. Öyle bir anda dünyaya gelmişti ki, Arabistan Yarımadasında adeta cihan nur ile doldu. Daha önce görülmemiş olaylar meydana geldi.
İran Kisra’sının yıkılmaz denen sarayının sütunları yıkıldı, Mecusiler’in tapınageldiği ateşleri söndü, Sava Gölü’nün suyu çekildi. Bu neye işaretti? İran’ın saltanatının yıkılacağına, Bizans İmparatorluğu’nun dağılacağına, putperestliğin söneceğine… Kısacası Allah’ın nizamının hükümranlığına işaretti.
Böyle bir nizama ulaşmak kolay olmayacaktı hiç şüphesiz. Bu anlamda Peygamber olmak da o kadar kolay değildi. Diğer Peygamberler gibi Hz. Peygamber de çok zorlu yollardan geçecekti.
O’nun sınavı daha annesinin karnında iken başladı. Doğmadan babasını kaybetti. Daha doğmadan yetim kalmıştı. Annesi Amine onu Mekke’nin sıcağından korumak için süt annesi Halime’nin yanına verdi. Halime, kızı Şeyma’dan onu hiç ayırmazdı, kızını nasıl koruyup, kolluyor, yediriyor, içiriyorsa Hz. Peygamber’e de aynı şekilde yaklaşıyordu. Şeyma, Hz. Peygamber’i kardeş gibi severdi. Hz. Peygamber de süt annesi Halime’yi “anacığım” diye severdi.
Hz. Peygamber süt annesinin evine bet bereket getirdi. Hayvanlarının sütü çoğaldı. 5 yıl kadar süt annesinin yanında kaldıktan sonra annesine emanet edildi. Hz. Peygamber artık annesi Amine ve yardımcısı Ümmü Eymen’in yanındaydı…
Çocukken, sokaktan çocuklarının ellerini tutarak geçen babaları görünce gözleri dolacak, babasızlığı hissedecekti. Annesine babam nerede diye sordu. Amine, ne diyecekti, gözleri doldu. Baban öldü oğlum dedi. Hz. Peygamber “ölmek” kelimesiyle ilk kez karşılaşıyordu. Ölmek ne demek anne dedi. Annesi cevap veremedi tabi. Hem babasının mezarını hem de akrabalarını ziyaret için Medine’ye gittiler.
1 ay kadar Medine kaldılar. Geri dönme vakti gelmişti. Ama bu geri dönüş Hz. Peygamber için hüzün yoluna dönüşecekti. Yolda giderken, Ebva denilen köye geldiklerinde annesi Amine aniden hastalandı. Amine, Allah’a kavuşma vaktinin geldiğini anlamıştı…
Oğlu Muhammed’i şefkatle süzdü, süzdü, süzdü… Oğlunu doya doya öptü… Bağrına basarak anne şefkatiyle okşadı… Ve O’na şu sözlerle veda etti:
“Öleceğimi biliyorum, buna gam yemem. Çünkü temiz bir çocuk doğurdum, dünyaya hayırlı bir varlık bırakıyorum.”
Daha anne karnında iken yetim kalan Hz. Peygamber, şimdi de öksüz kalıyordu. Babasızlığın ne demek olduğunu yeni anlamaya çalışan Muhammed’in, küçücük bedeni annesizliği de tadıyordu.
Ümmü Eymen Muhammed’i de alıp Mekke’ye doğru yol aldı. Geleceğin Peygamber’i artık dedesinin yanındaydı. Dedesi Abdülmuttalib ona iki sene baktı. Dedesi de yaşlıydı. O’nu emanet edecek güvenli biri lazımdı. Evlatları arasında en güvendiği Ebu Talib’e emanet etti.
Ebu Talib’in yanına geldiğinde Hz. Peygamber 8 yaşındaydı. Ebu Talib, onu öz evlatlarından hiç ayırmadı. 12 yaşlarında amcasının koyunlarını güdüyordu.
Bir gün eğlenceye katıldığında içi geçti, uyuyakaldı. Allah onu ilahi göreve hazırlıyordu. Hem de daha anne karnında babasını kaybederek…
O’nu her türlü kötülükten, her türlü müdahaleden koruyan Allah, aynı zamanda onu en büyük acılarla da sınıyordu. Peki, Allah, bunları Hz. Peygamber’i sevmediği için mi yapıyordu? Bu kadar acı bu kadar zorluk ne içindi?
Hz. Peygamber’i ruhen olgunlaştırıyor, ilahi göreve hazırlıyordu. Çünkü Allah, Cihanı O’nun yüzü suyu hürmetine yaratmıştı. Çünkü O, son Peygamber olacaktı. Çünkü O, kendisinden sonraki ümmetine kıyamete kadar rehber olacaktı…
Böyle bir vazife de ancak böyle bir yaşamla kaldırılabilirdi…
Selam ve dua ile…
İBRAHİM YAVUZ