Yeniden Fetih kavramı tarih bilimine 15. Yüzyılda girdi. Orijinal adıyla İspanyolca Reconquista olarak geçen bu kavram yeniden fetih anlamında kullanılmaktadır. Reconquista/ Yeniden Fetih, Endülüs Emevileri zamanında, Hıristiyanlar tarafından İspanya İber Yarımadası’ndaki Müslümanların varlığına son verilmesini ifade eder. Endülüs Emevi Devleti’nin 1492’de yıkılmasıyla başarıya ulaşırlar.
1048 Pasinler Savaşı ile başlayan Anadolu hamurunun İslam’la yoğrulması, 1071 Malazgirt Zaferi ile mayalanmaya başlamıştır. Bu maya, Osmanlı Devleti’nin son demlerine kadar varlığını ve işlevselliğini korumayı başarmıştır. Tanzimat’la başlayan mayaya kara çalma; Osmanlı’nın yıkılması, Hilafetin ilgasıyla birlikte başarıya ulaşmıştır. Bu birilerince öyle bir başarı hikâyesi olmuş ki, Anadolu’nun tarihi görselleri Osmanlıyı ve Selçukluyu aşmış, Anadolu tarihi, kültürel ve dini açıdan adeta yeniden Roma/Bizans ülkesi haline getirilmiştir. Bunu yapma adına bin yıllık tarihi miras yok edilmeye çalışılırken; yerin altında kalan Roma mirasını yeryüzüne çıkarmak ülkeyi yönetenlerin birinci önceliği olmuştur. Ve Anadolu’nun İslam öncesi dönemiyle övünülür olunmuştur. Anadolu tarih ve medeniyet açısından ülkemizi işgal eden Emperyalist ve sömürgeci Batı ülkelerine eklemlenmeye çalışılmıştır. Bu Emperyalist ve sömürgeci Batı, muasır medeniyetin, çağdaşlığın, modernizmin ve her türlü gelişmişliğin beşiği bir model olarak sunulmuştur. Tarihinden, kültüründen, inancından ve her türlü değerinden vazgeçmeyenler ise gerici, yobaz ve mürteci olarak suçlanmıştır. Ve tarihten gelen her türlü kazanımlar cumhuriyetin ilanıyla birlikte geri alınmaya başlanmıştır. Hıristiyanların Endülüs Müslümanlarına yaptıkları, değişik bir versiyonla Anadolu’nun Müslümanlarına yapılmıştır. Bu süreç 1950 yılına kadar çok acımasız bir biçimde sürdürülmüştür.
1950 yılından sonra durum tersine dönmeye başladı. Kaybettiğimiz kazanımların geri alınması sürecine doğru yol almaya başladık. Çok şeyler kaybetmiştik, imanımızın ayarıyla, tarihimizle, kültürümüzle, özümüzle oynanmıştı. Değerlerimiz altüst olmuştu. İmamesi koparılan tespih taneleri gibi dağılmıştık. Her türlü toparlanma ise oldukça zordu; ama imkânsız değildi. Ne zaman ki toparlanma emareleri göstermeye başlamış isek başımıza bir balyoz indirdiler. Bunu 27 Mayıs 1960’da, 12 Mart 1971’de, 12 Eylül 1980’de, 28 Şubat 1997’de ve 27 Nisan 2007’de yaptılar. Siyasi iktidarın kim olduğu önemli değildi; çünkü ipler onların ellerindeydi ve istedikleri gibi davranabiliyorlardı. Kendilerini devletin ve milletin sahibi olarak görenler, bunlarla ilgili her türlü tasarruf haklarının olduğuna inanıyorlardı. Çünkü onlar kurucu özne, biz ise onlara marabalarıydık. Vatandaşlık bile bize bir lütuf olarak sunuluyordu
İçerisinde bulunduğumuz seçim sürecinde perdenin arkasındaki mücadelenin “iplerin kimin elinde olacağı” mücadelesi olduğunu görmemiz lazım. Yönetimle alakalı erki/gücü, sahipliği ellerinden bırakmak istemeyen güçler, her şeyi göze alabilmektedirler. Hatta bu uğurda dinciler, dinsizleri, her türlü değerimizin düşmanlarını pekâlâ destekleyebilmektedirler. Dün dershanelerimizi, etüt merkezlerimizi yakıyorlar, yıkıyorlar diyenler bugün onlarla işbirliği yapabilmektedirler. Her türlü İslami iyileşmenin azgın ve azılı düşmanlarıyla işbirliğinden, onlara oy vermekten çekinmemektedirler. Ülkenin bir kısmının kopartılmak istendiğini söyleyenler, kopartmak isteyenlerin meclise girebilmelerini çok rahatlıkla isteyebilmektedirler. Bütün bunlar Anadolu’nun siyaseten yeniden fethine giden yollara barikat kurma çabalarıdır. Siyasiler ise bu işin figüranlarıdır.
Bütün bunlar, siyasetten çok şey beklediğimizden kaynaklanan ifadeler değil; yapılmak isteneni görmemiz gerektiğinden kaynaklanmaktadır. Bir takım kazanımlarımızı siyaset sayesinde elde ettiğimizi de unutmayalım. Bu anlayışımız, onları büsbütün olarak doğru gördüğümüzden değil; bazı doğruları da görmemiz gerektiğindendir.
Bu ülkenin Müslümanlarının tatmin edilmesi zordur. Ne yaparsanız yapın yaranamazsınız, yapılanları da beğendiremezsiniz. Mevcut durumu kutlayın, katsayın, yüceltin demiyoruz. Böyle dememiz de mümkün değildir. Bazı gerçekleri görmemiz ve anlamamız için ille de 1950 öncesini yaşamak mı gerekir. Bunca okumalar, bunca dinlemeler bize bazı mesajlar vermeyecek mi? Bunları görmek ve anlamak için ille de değerlerimizden ve hedeflerimizden vazgeçmemiz mi gerekir.
Ömer Naci Yılmaz