İnsanın ve insanlığın hizmetine sunulmuş bunca nimetin ve ikramın kıymetini bilemediğimiz gibi bu ikramları yapanın da kıymetini bilemedik.
Allah’ın yaratmış olduğu en şerefli varlık olan insanın kıymetini de bilemedik.
Tarihimizin şeref levhalarından olan Osmanlının da kıymetini bilemedik. Osmanlı son demlerinde ayakta durma mücadelesi verirken, sendelerken yıkılışına tempo tutanlar arasında bizimkiler (!) de vardı. Oysa bizden olmaları hainliklerini perdelemiyordu. Biz bunu da bilemedik.
Sultan Abdülhamit Han devleti ayakta tutma adına 33 yıl boyunca gecesini gündüzüne kattı. Ümmetin dertleriyle dertlenmediği bir anı bile olmadı. Filistin topraklarını peşkeş çekmediği için Siyonistler ve yerli taşeronları tarafından tahtından indirilip yılların intikamını almak için Selanik’te bir Yahudi Köşkü olan Alatini’de zorunlu ikamete tabi tutulduğunda onu oraya gönderenler arasında bizim (!) aymazların da olduğunu bilemedik. Adamlarımızı düşmanların tanımlamasıyla tanıma hastalığından bir türlü kurtulamadık. O günden sonra hainler kahraman olarak gösterildi. Bu millet Yahudi ve Ermeni sever hale geldi, getirildi. Biz bunu da bilemedik.
Osmanlıdan sonra ümmet darmadağın edilirken, bunu başaranlar paramparçalıklarına son verip birlik ve dirlik içine girdiler. Onlar bizim Hilafet makamını kaldırırken kendileri Papalarına biat tazelediler. Tüm zalimliklerini Papalıktan onay alarak yaparken biz hâlâ bunun bir Hilal ve Haç mücadelesi olduğunu anlamamakta ısrar ettik. Biz bunu da bilemedik. İngilizler istedi diye Halifelik kaldırılırken çok büyük kazanımlar elde etmiş gibi efsunlanırken, İngiliz sömürgelerinde yaşayan Müslümanlar yetim bırakılırken, İngilizlerin oralarda rahat nefes almalarının yolu açılırken biz bunun da bir oyun olduğunu bilemedik. Ama şunu da sormaktan vazgeçmeyeceğiz: “Cumhuriyetin ilanından beri İngilizleri rahatsız eden bir işimiz, bir eylemimiz ve bir devrimimiz oldu mu?”
İslam’ın önemli sembollerinden olan Ezanın asli okunuşu yasaklandığında buna karşı direnç gösterenler vatan haini ilan edildi. Oysa komutanlarının hücum emrini alan yiğitler, Allah Allah diye cepheye koşuyordu. Hurra demiyorlardı. Onların Allah Allah nidalarını duyanlar sonradan ne oldu da bundan rahatsız oldular. Acaba hücum emrini verdiklerine “Tanrı uludur, Tanrı uludur” diye koşacaksınız deselerdi hangi askere söz geçirebilirlerdi. Biz bunları düşünemedik, bunları da bilemedik.
Ezanın asli okunuşuna olan hasret on sekiz yıl sonra sona erdiğinde kara kaplı defterlerine bunu not edenler, on bir yıl biriktirdikleri kinin sonunda Ezanın asli okunuşunun bedelini Menderes ve iki arkadaşına ödetirken biz sineye çektik ama bu yiğitlerin de kıymetini bilemedik. Ezanın asli okunuşunun serbest bırakıldığı 1950 Ramazan ayı arife gününde Anadolu’nun çilekeş anneleri uyuyan yavrularını uyandırıp kucağında dışarı çıkarıp “Bak yavrum ezan okunuyor, ezan!” diyerek defaatle okunan ‘ezanı’ dinletmişlerdi. Biz neyin kıymetini bildik ki bu nimetin kıymetini bilelim. Bizim aymazlar kabul etmese de biz Ezan için üç yiğit verdik, bunların da kıymetini bilemedik.
Siyasi arenada bizim dertlerimizi dert edinenler oldu. Sesimiz, gözümüz, kulağımız oldular. Öyle bir itibarsızlaştırma operasyonuna maruz kaldık ki bizim dediklerimize düşman edildik, onların yalanlarına, iftiralarına inanır olduk. Ne yazık ki biz bizim değerlerimizin de kıymetini bilemedik.
Milletimize ve milletimizin aziz değerlerine 28 Şubat 97 darbesini yaptılar. Ne günlerdi. Bütün zalim oklarının hedefinde Müslümanlar, yanlarında ise amacı, fakatçı çığırtkanlar vardı. Malum televizyonları akşamdan sabaha kadar beyin yıkamaya devam ediyordu. İblisin biri bu sürecin bir yıl süreceğini, yani sizi dininizden edene kadar mücadeleye devam edeceğiz deyip inancımıza savaş açtığını ilan ediyordu. Okullarının birincisi olan Müslüman kız çocukları tekme tokat kürsülerden indirilip salonlardan dışarı atılıyordu. Kocabaş kocabaş profesörler ellerinde fotoğraf makineleriyle kampüslerde başı kapalı öğrenci avına çıkmışlardı. Anneler asker çocuklarının yemin törenlerini tel örgülerin ardından izlerken makuller sadece seyrediyordu. Bir tanesinin ağzından bu olamaz, kabul edilemez lafını duymuyorduk. Çünkü yapılanlardan razıydılar. Birileri namaz kılan öğrenci avına çıkıyor, ne kadar düşmanlık yaparsa o kadar ödül alıyordu. Biz bu zalimleri ne de tez unutur olduk.
Devlet dairelerinde bir tek olsun başörtülü çalışan görebilmeyi, başörtülü kızların okullarına rahatlıkla gittiklerini, hakarete uğramadan derslere katıldıklarını görebilmeyi, bayan öğretmelerin okul avlularına kadar başörtülü gelip orada açmak zorunda bırakılmadıkları, bayan doktorların, hemşirelerin örtülü olarak çalışabildikleri günleri görebilmeyi dünyanın en büyük mutluluğu olarak değerlendiriyorduk. Bunların hasretiyle günlerimiz, aylarımız, yıllarımız geçerken evimiz şöyle böyle olsun, arabamız şu model olsun, şu kadar malımız olsun diye hiçbir derdimiz yoktu. Tek derdimiz değerlerimize açılan savaşın son bulmasıydı. Kaybettiklerimizi yeniden geri almaktı. Siyaseten bu zulümleri yapanların yaptıklarını fitil fitil burunlarından getiren Reis’i hakkıyla takdir etmede de cimri davrandık. Bir zamanlar bize zulüm yapılırken birileri amalı fakatlı cümleler kurarlardı. Şimdilerde ise bizimkiler bunca nimete rağmen amalı-fakatlı cümleler kurabiliyorlar. Reis’ten önceki varlıklarını ikiye, üçe, dörde katlayanların amalı fakatlı cümleleri sadece kendilerini kandırır. Dünyada cenneti yaşamak isteyenler, yakalandığınız memnuniyetsizlik hastalığından kurtaracak olan Reis değil, vicdanınızdır. Eğer varsa bir sabah namazı sırasında o vicdanınızla bir konuşun. Belki anlarsınız.
Reis’im!
Biz neyin kıymetini bildik ki senin kıymetini bilelim. Abdülhamit hasretiyle yanan şu gönlümün ateşini dindirdiğin için Rabbim senden ebeden razı olsun. Varsa eğer tüm haklarım, Tenzile ananın ak sütü gibi sana helal olsun.
Ömer Naci YILMAZ