Birinci Dünya Savaşı sonrasında Paris Barış Konferansı toplanmış, adı barış olan konferansta Türkiye’nin işgaline karar verilmişti. İhale önceleri İtalya’ya verilmişken yine bir İngiliz katakullisi ile Yunanlılara geçti. Bunlar da piç horoz gibi ellerinde bizim defineci haritaları gibi haritalarla Avrupa’nın dört bir yanını dolaşıp Anadolu’nun kendisine ait olduğunu söyleyip duruyordu. 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgaliyle başlayan süreç Kurtuluş/İstiklal Savaşı olarak tarihteki yerini aldı. Mondros Mütarekesi’nin maddelerinden birisi ordunun terhis edilmesiydi. Bu madde vardı da Anadolu’daki askeri birliklerin terhis edilmediği bilgisi bizden gizlendi. Doğu Orduları komutanı Kazım Karabekir’in ordusunu dağıtmadığı bilgisi de bizlere anlatılmadı. Yunanlılarla mücadele için sanki sıfırdan yeni bir ordu kurulmuş gibi sunuldu. Onuncu yıl marşında olduğu gibi her halde on yılda on beş milyon genç yaratanlar (!) yeni bir ordu meydana getirmiş gibi düzenli ordu deyip durdular. Bu askerlerin Osmanlı ordusunun neferleri olduğunu da söylemediler. Kurtuluş Savaşı’nın öncü kadrosu bulundukları yerde ne adına bulunuyorlardı? İşte bizim tarihimiz böyle gariplikler ve garip anlatımlar arasında savrulup duruyor.
Bu memlekette ne olduysa Lozan’dan sonra oldu. Askeri başarıların siyasi başarılarla taçlandırıldığı söylendi, gerçek bağımsızlığımızı kazandığımız ileri sürüldü. Mondros’la el konulan işletmelerin 1950’li yıllara kadar müttefikler eliyle işletildiği söylenmedi. Boğazlara halâ hâkim olamadığımız gün gibi ortadayken biz yine de bağımsızlık nutukları atıp durduk. Uluslararası ilişkiler böyle yürüyor dediler ve geçtiler. Biz de “Büyükler bilir” dedik, bekledik.
Türkiye ne zaman ki birilerinin bize biçtiği misyondan sapmaya başladı sıkıntılar da başladı. 1950’ye kadar bugün yaşadığımız iç sıkıntılara benzer bir sıkıntılar yaşamadık. Ne dediyseler, ne yaptıysalar, ne istediyseler eyvallah dedik ve gereğini yaptık.
İngilizler rahatsız olsaydı, saltanatı ve hilafeti kaldırabilir miydik?
Müttefikler rahatsız olsaydı, İsviçre Medeni Kanunu’nu Türkçeye çevirip Türk Medeni Kanunu olarak kabul edebilir miydik?
Onlar rahatsız olsaydı, bin yıllık yazı dilimizi bir çırpıda atıp elin işgalci gâvurunun yazı dilini Türk Alfabesi olarak kabul edebilir miydik?
Onlar rahatsız olsaydı, milletimize kanunla şapka giydirebilir miydik, giymeyenleri idamla cezalandırabilir miydik? Kızlarımızın üniversitelerde başörtülü olarak okuma haklarını tanımayan batı acaba şapkaya neden ses çıkartmadı?
Onlar rahatsız olsaydı, Ezan ve Kur’an yasaklanabilir miydi, camiler ahıra, bara, pavyona çevrilip satılabilir miydi?
Bu memlekette milletimize rağmen tepeden inme her şey yapılırken, bunları yapacağız diye de milletimiz inim inim inletilirken, bu topraklarda müttefiklerin ve başta İngilizlerin istemediği ne yapıldı?
Mondros Mütarekesi’nin ateşkes antlaşması değil de Osmanlı Devleti’ni adeta resmen, hukuken ve fiilen bitiren bir belge olduğunu söylemediler mi? Yunanlıları denize döküp İngilizlerin araya girmesiyle imzaladığımız Mudanya Mütarekesi’ni onların ateşkes isteği olarak bize anlatırken, ateşkes maddelerinde denize döken biz değil de Yunanlılarmış gibi ibareler koyduranlar onlar değil mi? Yunanlıları denize döküp ateşkesi niye İngilizlerle yaptığımızı bize söylediler mi?
Türkiye ne zaman ki onların çizgisinden sapmaya başladı, huzursuzluklar da başladı. “Emriniz olur” diyenler gidip “Ne diyorsun” diyenler gelince işler değişti.
1960 darbesi onlar istemeseydi olur muydu?
1971 Askeri Muhtırası onlar istemeseydi olur muydu?
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi onlar istemeseydi olur muydu?
28 Şubat süreci denilen o zulüm günleri onlar istemeseydi olur muydu?
Gezi Olayları’nın arkasında Batılı güçler olmasaydı, ülke o karanlık günleri yaşar mıydı?
Arkalarında onlar olmasaydı Pkk terörü otuz yıldan fazladır devam eder miydi?
Benim tankımı, benim topumu, benim uçağımı teröristlerle mücadelede kullanamazsın diyenler onlar değil miydi?
Ne zaman ki birileri çıkıp ta “Sen ne diyorsun arkadaş, riyakârsın, ikiyüzlüsün” diyene kadar böyle devam etmedi mi? Tankını, topunu, uçağını, insansız hava aracını yaparsan, dünya beşten büyüktür deyip posta koyarsan birileri elbette rahatsız olacaktır. İşte bütün bunları yapabilen Türkiye, hazmedilmesi zor Türkiye’dir; midelerine oturan Türkiye’dir. Memurlarının başbakanların yanaklarını okşadığı, kanepe üzerine yarım yamalak oturan terbiyesiz liderleri karşısında el pençe divan duran Türkiye’ye alışmışlardı. O Türkiye hazmedilmesi kolay bir Türkiye idi, Akdeniz mutfağı gibiydi. Oysa durum değişti, mısır ekmeği ile büyüyen bir kadronun yönettiği Türkiye elbette birilerinin midesine oturacaktı. Oturmakla da kalmayıp spazm geçirmelerine yol açacaktı. Onlar da alışacak, bizim aymazlar da alışacak. Çünkü başka çareleri yoktur.
Zor ve kor günlerden geçiyoruz. Etrafımızı saran ateş sarmalı bize de bulaştırılmak isteniyor. Anadolu’ya adım attığımız 1048’den bu yana bu ve buna benzer sıkıntıları hep yaşadık, yaşamaya da devam edeceğiz. Bütün bu olumsuzluklar yaşanıyor diye mücadeleden vazgeçecek değiliz. Mücadeleden vazgeçtiğimiz an kaybettiğimiz andır. Mümin ümitsiz olamaz. Ne yapmamız gerektiğini yüce Rabbimiz öğretmektedir. Bunu başardığımız müddetçe de kazanmaya devam edeceğiz. “En zor zamanda bile, kesinlikle ümitsizliğe kapılma.” (9/Tevbe, 40)