Ayasofya ile ilgili 11 Ekim 2017 tarihli yazımda “Klavyenin başına geçtiğimde yazmak istediğim konu gerçekten elzem mi diye düşündüm. Türkiye’nin gündemi bu kadar yoğun, ele alınacak, değerlendirilecek, üzerinde konuşulacak o kadar çok gündem maddesi varken gerekli mi şimdi diye içimden geçirdim. Duygularım bu konuda bir adım öne çıktı ve yazmaya karar verdim…” diye bir giriş yapmıştım. Bugün duygularımı başka bir şekilde ifade etme zamanı… Ancak duygularımın o günkü yazımda belirttiğim duygularımdan farklı olmayacağını hatırlatmam gerekiyor…
O günlerde Ayasofya’yı ziyaret etmiştim!. (Neyin ziyareti ise artık! Camiyi ziyaret ediyordum işte!) Daha önce gitmiştim ancak o tarihi duyguyu bir kez daha yaşamak niyetindeydim. Tarihi özelliklerinden ziyade burada hissettiğim duyguları aktarmak istiyorum…
Caminin zemin katındaki izlenimlerimi aldıktan sonra giriş kısmının sol yanındaki taşlı yoldan yukarı doğru çıktım. İkinci kattan aşağısının görüntüsü yazı ile tarif edilemeyecek kadar etkileyici ve bir o kadar da duygulandırıcı, göz yaşartıcıydı benim için. Ki öyle de oldu. Bir an gözlerim doldu. Dayanamadım haliyle…
1453’te İstanbul’un Fethi nedeniyle fetih sembolü olarak camiye, daha sonra da 1934’te müzeye çevrilmişti Ayasofya… O zamandan bu yana özlemle içinde namaz kılınmayı bekliyordu. Biz de tabi… Devam…
İkinci katta gezerken turist olduğunu düşündüğüm iki kişiden biri Hz. İsa’nın duvardaki resmine karşı Hristiyanlığın kutsama hareketini yaptı. Gülercesine, dalga geçercesine bir hareketti bu. Çünkü öyle yapılmıştı. Hissediyordum… Arkasındaki arkadaşı da gülerek karşılık veriyordu ona.
O turistler kutsama hareketini yaptığında şöyle bir düşündüm. Biz ne niyetle geliyoruz buraya, ne yapıp gidiyoruz. Onlar gülercesine çıkıp giderken bizler içimiz kan ağlaya ağlaya çıkıp gidiyorduk… 17 asırlık caminin yılların verdiği rutubet nedeniyle boyaları dökülmüş duvarları, buraya gezmek için değil namaz kılmak için gelin diyordu adeta. Bu zulme bir son verin diyordu.
Duvarların bile ahını, gözyaşını hissetmek mümkündü anlayacağınız… Ayasofya hüznüne rağmen hala bekliyordu biz Müslümanları. Tabi kolay değildi tekrardan eski hüviyetine kavuşturmak. Siyasi ve ekonomik güç gerekiyordu.
Şimdi o güç var Türkiye’de. Hukuki zemin zaten elverişli idi. Zamanı gelmişti. Zincirler kırılsın Ayasofya açılsın sloganı gerçeğe dönüşüyordu. Halıları da çok önceden sipariş edilmişti.
Bu devlet gerçekten çok büyüktü, kadim bir medeniyete sahipti. Attığı her adımda, yaptığı her icraatte mesaj vermesini çok iyi bilirdi.
Ayasofya’nın akıbeti ile ilgili kararın Danıştay tarafından Temmuz ayında görüşüleceği bildirilmişti. Temmuz ayının başında yapılan toplantı sonunda Danıştay, kararın 15 gün içinde verileceğini açıkladı. Bu 15 Temmuz’culara büyük bir mesajdı.
Ayasofya’da 86 yıl sonra ilk namaz 24 Temmuz günü yani bugün kılınacaktı. 24 Temmuz hem cumaya denk geliyordu hem de Lozan’ın imzalandığı tarihti.
Lozan ile 6 asırlık bir medeniyeti tarihin tozlu sayfalarına hapsetmişlerdi. Lozan, Osmanlı İmparatorluğu’nun, Hanedanlığın tarihe karışmasının tescil edilmesiydi. Bize Lozan’ı dayatanlara karşı en büyük mesajı vermek gerekiyordu…
Elhamdülillah o gün geldi. Ayasofya’nın açılması sadece bir cami açılışı .olmadığnı anlayanlar 1453’e Lozan’a şöyle bir bakacaklardı. Bunu BATI çok iyi biliyordu. Tüm hırçınlığıyla ama imrenerek, kıskanarak Türkiye’yi izlemekteler.
Bugün kumaşı Anadolu topraklarında dokunmuş müslümanların günü. Bugün bir milat. Bir son değil. Anadolu topraklarının kaderini yine Anadolu’nun sahipleri belirledi. Bu şahlanış Kudüs’e, Mescidi Aksa’ya da mesajdı. Fatih’e selam gönderen bu şahlanış Selahaddin Eyyubi’ye göz kırpıyordu… Inşallah o günler de gelecek…
Allah devletimizden, ordumuzdan, milletimizden razı olsun.
Selam ve dua ile…
İBRAHİM YAVUZ