Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş/ Siyaset Bilimci, Stardan alıntıdır.
Yeni ırkçılık, farklılığı ve çoğulculuğu baştan reddeden bir yüz taşıyor. Fransız Devrimi’nin dinamiklerine uygun şekilde herkesin birbirine benzediği bir toplum tasavvuru kuruluyor. Söz konusu tasavvurun en önemli bileşenlerinden biri manevî değerlerin toplumsal hayatın dışında bırakılması. İslâm ise öngörülen bu yapıya tamamen yabancı olarak kabul ediliyor.
Fransa’nın ülkesindeki azınlıklara, özellikle de Müslümanlara yönelik baskılarına artık neredeyse sıradanlaştı. Son dönemde Fransa yine Müslümanlara dönük iki yasakla gündeme geldi. İlk olarak 4 Eylül’de yeni eğitim-öğretim döneminin başlamasıyla birlikte öğrencilerin abaya ile okullara girmeleri yasaklandı. Abaya kadınların hatlarını göstermeyen uzun ve bol bir elbise. Fransa millî eğitimi bu kıyafeti dinî bir sembol olarak kabul etti. İşin ilginç yanı abaya tektip bir kıyafet değil. Yani yasağın hangi tür kıyafetleri kapsadığına ilişkin standart bir uygulama yapılması imkânsız. Okulların başlamasının ardından çok sayıda kız öğrenci kapıdaki güvenlik görevlileri tarafından içeriye alınmadı. Burada şu hususu hatırlatmak gerekiyor: Fransa’da ortaöğretimde öğrencilerin başörtüsü kullanmaları zaten yasak. Dolayısıyla sorun, artık doğrudan kız öğrencilerin kıyafetleriyle ilgili. Diğer yasak ise 2024 Paris Olimpiyatlarında Fransa adına yarışacak sporcuların başörtüsü kullanamamasını içeriyor. Aslında bu konudaki ilk yasak 2016 yılında Fransa Futbol Federasyonu tarafından getirildi. Federasyon, kadın futbol müsabakalarında oyuncuların başörtüsüyle sahaya çıkmalarını yasakladı. Bunun üzerine, kendilerine “Les Hijabeues” (Başörtülüler) adını veren bir grup sporcu konuyu yargıya taşıdı. Ancak Fransız yargısı, başörtüsü aleyhinde karar vererek Federasyonun ayrımcı uygulamasını haklı buldu. Oyuncuların formaları konusunda sıkı kurallar uygulayan FIFA bile başörtüsüyle maça çıkılmasına izin vermesine rağmen Fransa, tamamen kendi çarpık laiklik anlayışı doğrultusunda hareket etmekten vazgeçmedi. Geçtiğimiz günlerde Fransa Spor Bakanı Amelia Oudera-Castera yasağı daha da ileriye götürerek başörtülü sporcuların kişisel olarak olimpiyat kotası alsalar dahi Paris’te yarışamayacaklarını duyurdu. Bakan, yasağı, laikliği katı şekilde savunmak gerektiğiyle açıkladı. Spor yoluyla laikliğin korunması gibi uygulamalar 28 Şubat günlerinden itibaren bizlere tanıdık geliyor.
Fransa’nın din özgürlüğü konusundaki karnesi hiç de iyi sayılmaz. Fransız Devrimi’nden bu yana ülkede din üzerinde kurumsal bir baskı kurulduğu biliniyor. Ülkenin laiklik anlayışı da Jakobenizmden kaynaklanan ve din üzerinde baskı kurmaya dayanan katı bir yaklaşıma dayanıyor. Bu bakış açısını Müslümanlar açısından daha tehlikeli kılan unsur ise son dönemde yükselen İslamofobi. İşin ilginç yanı, ülke içindeki farklı siyasî eğilim ve yaklaşımlar İslâm karşıtlığı ekseninde büyük ölçüde birleşiyorlar. Hak ve özgürlükler, giderek daha fazla şekilde belirli bir toplumsal kesime ait olarak gösteriliyor. Müslümanlar başta olmak üzere yabancılar açısından bir ötekileştirme politikası izleniyor. Burada temel hedefin Müslümanlar olması tesadüf değil. Dünya genelinde etkisi ve ağırlığı giderek artan İslâm toplumlarının önünü kesmek için uzunca süredir ciddi ve kapsamlı bir projenin yürüdüğü görülüyor. Bu bakımdan, Batı dünyasında İslamofobi’nin giderek güçlenmesinin aslında siyasî bir projenin uzantısı durumunda olduğu görülüyor.
Soğuk Savaş’ın sonra ermesinin akabinde, özellikle de son yirmi yılda, Müslümanlar Batılı değer ve hayat tarzları açısından en önemli tehdit olarak gösterildi. Sistematik ve bilinçli şekilde yürütülen kampanyalarla öncelikle İslâm dünyası şiddetle ilişkilendirildi. Farklı yerlerde yaşanan terör olaylarının faili olarak Müslümanlar gösterildi. Böylece belirli toplumsal kesimlerde Müslümanlara yönelik bir tepki oluşturuldu. Ardından bu tepki, önce öfkeye ardından da nefrete yönlendirildi. Müslümanlar, şiddet olaylarının olağan şüphelisi olarak gösterildi. Radikalleşmeyle ilgili tüm çalışmalar, ülkede yaşayan gençler başta olmak üzere Müslümanlar üzerinden yürütüldü. Böylece toplumun genelinde Müslümanların ülkenin geleceği açısından bir tehdit olduğu yönünde algı oluşturuldu.
Feminist örgütler sessiz
Burada bir parantez açarak feministlerin ve kadın örgütlerinin Fransa’daki yasaklar konusundaki sessizliğine değinmek gerekir. İstisnai örnekler dışında kadın hakları savunucuları doğrudan insan haklarına müdahale anlamına gelen bu yasaklara karşı çıkmadı. Üstelik bu tür yasaklar, kadının kamusal görünürlüğünün ortadan kalkmasına da oluyor. Özellikle İslam ülkelerinde kadınların hayatın her alanında daha fazla öne çıkmasını savunan bu oluşumların Batı dünyasındaki hemcinsleri açısından aynı hassasiyeti göstermemesi dikkat çekiyor. İslamofobi’nin yalnızca Batılı devletlerin yönetimlerine değil, sivil topluma da yansıdığını görmek oldukça kaygı verici bir durum. Müslümanlara yönelik nefret söylemi giderek toplumların kılcal damarlarına kadar yayılıyor. Bu durumun oluşmasında İslamofobiyi ve yabancı düşmanlığını siyasî söylemlerinin merkezine yerleştiren siyasetçilerin olduğu açık. Ancak daha ciddi tehlike, geçmişte marjinal kalan İslamofobik ve zenofobik yaklaşımların giderek ana akım siyasetin parçası hâline gelmesi. Nitekim Fransa’da ideolojik olarak tamamen farklı yerlerde durmaları gereken Cumhurbaşkanı Macron ile ırkçı Le Pen arasındaki mesafe giderek daralıyor. Yukarıdaki yasakların vatandaşlarına sürekli olarak daha fazla özgürlük vadeden Macron iktidarının eseri olduğu hatırlanmalı. İşin ironik yönü Le Pen de hükümet etse muhtemelen en fazla bu çerçevede bir yasaklayıcı çizgi izlenecek olması. Aynı durum diğer Batılı ülkelerin çoğu için de geçerli. Irkçı partilerin yükselişi diğer tüm hareketlerin ortaya çıkan oy potansiyelinden faydalanmak için kendi siyasî çizgilerini bu istikamete yöneltmeleri sonucunu doğuruyor. Hem sağ hem de sol partiler, bazı durumlarda farklı gerekçeler gösterseler de İslâm karşıtlığı ekseninde birleşiyorlar.
Fransa’nın farkı
Artan İslamofobi açısından Fransa’yı diğer bazı Batı ülkelerinden farklılaştıran nokta, İslam karşıtlığının devlet tarafından aktif şekilde desteklenmesi. Bu bakımdan, bazı siyasetçilerde ve toplumsal kesimlerde Müslümanlara karşı yükselen olumsuz yaklaşım, hukukî düzenlemeler veya yönetim pratikleri aracılığıyla devlet tarafından kurumsal bir zemine oturtuluyor. Böylece ayrımcılıkla mücadele etmesi ve dışlanan vatandaşlarını koruması gereken devletin bizatihi kendisi bir baskı aracı hâline geliyor. Süreci etkileyen bir diğer etmen, Fransa’nın sömürgeci geçmişi. Ülkede Müslümanların önemlice bir kısmının kökleri, geçmişte Fransa’nın sömürgesi durumunda olan Kuzey Afrika veya Afrika’nın diğer bölgelerine dayanıyor. Çoğu, kuşaklardır Fransa’da doğup büyümesine rağmen bu insanlar bir türlü fiilen eşit vatandaşlık statüsüne kavuşamadılar. Göçmenlerin çoğu eskiden yapılmış ve getto niteliği gösteren konut alanlarında yaşıyor. Değişen teknoloji ve istihdam süreçleri nedeniyle, ucuz işgücü olmaları amacıyla ülkeye getirilen bu insanların çoğunun emeğine artık ihtiyaç duyulmuyor. Dahası başlangıçta şehirlerin çeperlerine yerleştirilen bu insanların kendi kültürel kimliklerine sahip çıkarak merkezde konumlanmalarına izin verilmiyor. Bu tür bir kültürel iklim içinde yetişen gençlerin aile büyüklerinden farklı olarak yalnızca kendi çevrelerinde değil, ülke hatta dünya genelinde birer rol model hâline gelmeleri istenmiyor. Eğer gençler kendilerinden beklendiği şekilde değişerek sisteme girerlerse varlıklarına tahammül gösteriliyor. Bu insanlardan adeta bir misyoner gibi hareket ederek içinden geldikleri çevreyi de sistemin değerleri doğrultusunda dönüştürmeleri bekleniyor.
Irkçılık, Batı toplumları açısından yeni bir olgu değil. Sömürgecilik hareketlerinin başladığı ilk günlerden itibaren Batılılar dünyanın geri kalanından üstün olduklarını ve dolayısıyla onları istedikleri gibi yönetme haklarının bulunduğunu düşündüler. Geleneksel ırkçılık, zaten en baştan beri Fransa’ya sonradan gelen göçmenlerin toplumun geri kalanından farklı olduğu anlayışına dayanıyordu. Bunlara biçilen rol, bir nevi “modern köleler” olarak diğer vatandaşların tenezzül etmeyeceği işleri yapmak, onların kabul etmeyeceği şartlarda yaşamaktı. Kültürlerinin üstünlüğüne yönelik özgüvenleri, Müslümanların zaman içinde asimile olacakları ve ikinci sınıf vatandaşlığı içselleştirecekleri kanaatini üretti. Ancak Fransa’da ve dünyanın pek çok yerinde Müslümanların kimliklerini korumaları, daha önce tepeden bakış şeklinde ortaya çıkan ırkçılığın yeni bir form kazanmasına neden oldu. Üstenci bakış, yerini muhayyel korkulardan kaynaklanan baskıcı bir yaklaşım sergilenmesine bıraktı. Bu bağlamda, yeni ırkçılık, farklılığı ve çoğulculuğu baştan reddeden bir yüz taşıyor. Fransız Devrimi’nin dinamiklerine uygun şekilde herkesin birbirine benzediği bir toplum tasavvuru kuruluyor. Söz konusu tasavvurun en önemli bileşenlerinden biri manevî değerlerin toplumsal hayatın dışında bırakılması. İslâm ise öngörülen bu yapıya tamamen yabancı olarak kabul ediliyor.
Fransa’da ve dünyanın pek çok yerinde Müslümanlar, din sayesinde kendi kimliklerini ve kültürlerini koruma imkânı buluyorlar. Bu bağlamda, kişinin dinî kimliği, aynı inancı paylaşan insanlarla bağların korunmasını sağladığı gibi kendisini ifade etmesinin en önemli araçlarından biri durumuna da geliyor. Fransız devletinin endişesinin nüfus içinde oranları giderek artan Müslümanların asimile olmadan sistem içinde kalmaları olduğu anlaşılıyor. Ancak her etkinin bir tepki üreteceğini akıldan çıkarmamak gerekiyor. Batı ülkelerinde kendilerine yönelen her baskı, Müslümanların kimliklerine geçmişe göre çok daha sıkı biçimde sahip çıkmalarını beraberinde getiriyor. İslamofobi üzerinden siyaset yapan siyasetçiler aslında kendi toplumlarına zarar veriyor. Batı dünyasının anlaması gereken, kazanmalarının mümkün olmadığı. Toplumun bir kesimini yok sayarak ve hatta dışlayarak yapılan bir siyasetin toplumdaki sinir uçlarını harekete geçirmekten başka sonucu olmayacak. Bu süreçte, Müslümanlara düşen görev, kendi varoluş imkanlarının değerlerini korumakla paralel gittiğini unutmamak. Fransa başta olmak üzere Batı dünyasının saldırgan tutumu, içinde bulundukları krizin en bariz göstergesi durumunda. Müslümanların, kararlı, sağduyulu ve itidalli duruşu kendi kimliklerini korumaları kadar bu varoluş savaşını kazanmalarını da sağlayacak.