Perşembe , 25 Nisan 2024
Son Dakika Haberler

GÖÇMEN

Kaç tane ismim var bilmiyorum, nereli olduğumu bilmiyorum, ne zaman doğduğumu bilmiyorum, annem ve babamın kim olduğunu bilmiyorum, kardeşlerim var mı bilmiyorum…

Ancak tek bildiğim şey var, o da doğduğumdan beri göç ediyor olmam…

Bir garip hayat hikayesi benimki. Şu an buradayım, yani dünyanın öbür ucu sayılan yerde. Alaska diyorlar kaldığım bölgeye. Ancak sonraki durağım neresi olur bilmiyorum. Zira ömrüm yeterse, Ay’a da ayak basmak isterim. Dünya’dan Ay’a nasıl gidilebilir, tarif edebilir misiniz?

Yeryüzünde kaç insan benim gibi böyle yaşıyor, bilmiyorum… Eğer doğar doğmaz sürgün cezasına çarptırılan birileri varsa etrafınızda ancak onlar anlar benim halimden.

Mesela bugüne kadar evlenmedim ve bir evim olmadı. Bir düzene bağlı kalmadım. Paraya, pula, pasaporta, kimliğe ihtiyacım olmadı. Çünkü doğa beni tanıyordu. Bana karşılıksız gıda temin ediyordu. Beni tehlikelerden koruyordu.

Yeri geldiğinde ateş olup etrafımdaki kurt sürüsünü dağıttı. Yeri geldiğinde su olup tertemiz etti bedenimi! İçerisinde zıtlıklar barındıran bir ekosistem, benim en güvenli evimdi…

Böylelikle gerçek evimin doğa olduğu kanısına vardım. Normal bir ev inşa etsem, kendimi böyle güvende ve huzur içinde hissedemezdim…

Peki beni doğaya sürükleyen, onu daha çok tanımama sebep olan etmen neydi? Bu soruya verilecek en kısa cevap; insanlar!

Uzun zaman önceydi, yani çocuktum. İsmim Toprak’tı. Hatırlıyorum da bir kafilemiz vardı. Otuz kişi falandık. Onlar da sürekli geziyor, tıpkı benim gibi doğayı en güvenli yer olarak görüyorlardı.

Kafilemizi genç bir adam yönetiyordu. Bu adam kendisini yeniliklere açık birisi olarak tanımlıyor, gerekirse yerleşik düzene geçebileceklerini söylüyordu. Kafiledekiler her ne kadar bu fikre karşı çıksa da hiçbiri onun kadar zengin ve nüfuzlu olmadığından herkes onun dediklerini yapmak zorunda hissediyordu kendisini, ben hariç…

Dünya haritasını yeni yeni öğreniyordum. Biz, Çin toprakları üzerinde olmalıydık. Biraz daha ilerlersek Orta Asya’ya ulaşacaktık.

Bir ordu gönderildi üzerimize. Bizi Türk olarak nitelendirdikleri için ülkelerini terk etmemizi istediler. Ancak bilmiyorduk Türk olduğumuzu ya da kimsenin haberi yoktu bundan.

Kafilemiz için göç zamanıydı. Erzaklarımızı, çadırlarımızı toplayıp derhal yola çıkma vaktiydi. Zira bizi burada sağ bırakmayacaklardı. Çünkü birkaç defa üstümüze nereden geldiğini bilmediğimiz ateş topları gönderiliyordu. Bu da eşyalarımızın yanmasına sebep oluyor ve canımızın da tehlikede olduğunu gösteriyordu…

Artık benim ismim Toprak değil, Jili’ydi. Çin’de hayatta kalmak adına bu ismi vermişlerdi bana ve beni böyle çağırmaya başlamışlardı.

Çin sınırını geçeli bayağı olmuştu, Orta Asya sırtları üzerinde olmalıydık. Kafilemizin yöneticisi burada birkaç gün konaklayabileceğimizi, buranın diğer bölgelere göre daha güvenli olduğunu söylüyordu. Ancak aynı gece yine bir baskınla uyandık. Kendilerine Moğol diyen bir grup bizi çadırlarımızdan çıkardı, içeride silah olup olmadığını kontrol etti ve eşyalarımızın tümüne el koyup canımızı bağışladı…

Bizlere yine göç yolu görünüyordu. Herkes, öfkesini kafilenin başına kusuyor ancak kimse onun yüzüne karşı konuşamıyordu, ben hariç!

Elimdeki haritayı sallayarak: “Neden bize güvenli bir yer bulmuyorsun! Neden sana itaat ediyoruz!” diye bağırdım. Boyum küçük, yüreğim diğerlerinden büyüktü! Tabi ki cezası da büyük oldu…

Sırf şu iki cümleden dolayı kafileden kovuldum. Kimse sesini çıkarmadı, kimse beni yanına almadı! Şans eseri hayatta kaldım, doğa gibi bir arkadaş edindim ve hiç durmayacağıma dair söz verdim kendime!

O kadar çok yürümüştüm ki ayakkabılarımın yırtıldığını anımsıyorum. Bir ev görmüştüm, eve girip yiyecek bir şeyler istediğimi hatırlıyorum. İsmimin ne olduğunu sordukları sırada duyduğum bir isim gelmişti aklıma: Muhammed…

İsmimin Muhammed olduğunu öğrenen kişi bana yiyeceklerinden sundu, evinde misafir etti. Onunla sonsuza kadar yaşayabileceğimi söyledi ancak kendime verdiğim bir söz vardı. Dolaşacaktım…

Birkaç aydır onunla yaşıyordum, gitme vaktimin geldiğini ve derhal yola çıkmam gerektiğini biliyordum. Evden ayrılacağımı söylemem gerektiğini düşündüğüm vakit, ev sahibim yanıma geldi koşarak. “Muhammed, çabuk koş! Yaşatmayacaklar bizi!” dedi bana. Arka taraftaki pencereden atladık, ben önde o arkada son sürat koşuyorduk.

Tuhaf bir ses duydum. Şiddetliydi. Şiddetli ve öldürücüydü. Öldürücü ve sessizdi… Arkamı döndüm, ev sahibim cansız bir şekilde yatıyordu yerde. Korktum, gözlerimi kapatarak koşmaya devam ettim… “Aaron! Bir kişi kaçıyor!” diye bağırdıklarını duydum arkamdan…

Yalnız kaldıktan sonra karnımı doğadan avladıklarımla doyuruyordum. Bu sırada önümü kesen bir askerle karşılaştım. Gençti. Benden büyüktü…

“Adın ne senin?” dedi.

Korkarak bakıyordum ona. Aklımda kalan tek bir isim vardı ve bu isim güçlü birini çağrıştırıyordu bana…

“Aaron.” dedim.

Adam bana tuhaf gözlerle baktı önce.

“Bu dağda yalnız başına ne yapıyorsun Aaron? Annen, baban yok mu senin?” dedi.

“Yok, efendim.” dedim.

“Benimle yaşayabilirsin Aaron.” dedi adam ve onun evinde konaklamam için bana teklifte bulundu.

Korkuyordum, yani ev sahibimi öldüren de bir askerdi, bana evinde konaklamam için teklifte bulunan da…

Hem nereye gidecektim böyle? Yiyecek bulmakta zorlanıyordum, bir yerlerde konaklamam gerekiyordu…

Kabul ettim. Ancak bir gezgin olduğumu yalnızca birkaç hafta onunla kalabileceğimi söyledim. Anlaştık ve evde konaklamaya başladım…

Birkaç hafta su gibi geçmişti, artık evden çıkma vaktiydi. Burayı da tıpkı diğer evim gibi benimsemiştim. Evden ayrılacağım son akşam, güzel geçsin diye birkaç yemek yapmak için alışveriş yapmaya gittim, elime ne geçerse doldurdum sepete. Cebimde para vardı sonuçta ve parayı verip istediğim şeyi alabiliyordum…

İnsanların kolaycılığa kaçarak parayı icat etmeleri ilk başta çok tuhafıma gitmişti. Ancak paranın vermiş olduğu rahatlıkla ben de tembelliğe alışmıştım…

Elimde poşetlerle eve dönüyordum. Müstakil olan evimizin balkonundan beni selamlayan ev sahibimin bir anda ateşler içerisinde kaybolduğunu gördüm. Bir grup silahlı insan, ev sahibimin evini havaya uçurmuştu!

Ellerimdeki poşetleri atarak uzaklaştım oradan. Güneşin battığı topraklara doğru süratle koştum!

Öyle bir yere gelmiştim ki burası bir dinin merkezi olmalıydı. Her yanda kilise dedikleri binalardan vardı. İsmim Jesus olmuştu bu kez ve yine iyi davranıyorlardı bana…

Korkuyordum… Bana iyi davranan insanların bir gün ölmesinden korkuyordum. Bundan önceki ev sahiplerim acımasızca öldürülmüştü, şimdi sıra bu insanlara mı gelecekti?

Siz kendinizi daha önce bir televizyonun içinde görmüş müydünüz? Ben kaldığım bölgede bir intihar saldırısı sayesinde görmüştüm kendimi… Anlayacağınız, buraya da bela getirmiştim…

Ben göçmenim… Doğduğumdan beri göç ediyorum. Doğa en iyi arkadaşım. Çünkü bana zarar vermiyor. İnsanlar kendilerini öldürüyor, doğa ise bana nefes oluyor…

Ben şunu öğrendim ki şu hayatta dininiz, diliniz, ırkınız ne olursa olsun size zarar vermek isteyecek insanlar olacaktır… Kendinizi koruyun ve birlik olun! İnsanlık adına bunu yapmak zorundasınız…

Selametle…

Ayhan Dönmez *

Tüm Yazıları →
Ayhan Dönmez

Ayrıca Bakınız

BİR KATİL NASIL DOĞAR (BÖLÜM 2)

BÖLÜM 2 “TEHLİKELİ OYUNLAR, PAHALI OYUNCAKLAR” Saat 21:07’yi gösteriyordu. Çocuk, babasının yanına yaklaşarak: “Babacım, telefonunla …

DERGİDEKİ DİĞER YAZILAR



Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir